HakikatKitabevi

Kitap-Download

52 — TEGANNÎ VE MÜZİK

Güzel san’atların bir kolu denilen müzik, hisleri ve düşünceleri seslerle ve hareketlerle anlatmak san’atıdır. Müzik, düzenlenmiş ses ve hareketdir. Seslerin melodi, armoni ve polifoni gibi şekllerde düzenlenmesidir. İlâhî dinler ve bunların bozulması ile meydâna çıkan, eski Mısr, Çin ve Yunan inançları ve Buda, Berehmen kâfirleri, Cennetde müzik olduğunu bildirmekdedir. Hattâ müzik kelimesi, yunanlıların büyük putları olan Zeüs’ün kızları sayılan Mousa (Müz) denilen dokuz heykelin adından hâsıl olmakdadır. Müziğin bütün dinlerde büyük günâh olduğu, (Dürr-ül-müntekâ)da yazılıdır. İncîlin yasak etdiği müziği, sonradan papasların hıristiyan dînine sokdukları Zerkânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Mevâhib-i ledünniyye) şerhi, beşinci cildinde uzun yazılıdır. Bozuk dinler, kalbleri ve rûhları besliyemediği için, müziğin, her nev’ çalgı sesinin nefslere hoş gelmesi, nefsleri beslemesi rûhânî te’sîr sanıldı. Bugünkü batı müziği, kilise müziğinden doğdu. Bugün yeryüzünü kaplıyan bozuk dinlerin hemen hepsinde, müzik, ibâdet hâlini almışdır. Müzik ile, her nev’ çalgı ile nefsler keyflenmekde, şehvânî, hayvânî arzûlar kuvvetlenmekdedir. Rûhun gıdâsı olan, kalbleri temizliyen ve nefsleri ezip, harâmlara olan arzûlarını yok eden, ilâhî ibâdetler unutulmakdadır. (Mekâtîb-i şerîfe)nin doksanıncı ve doksandokuzuncu mektûbları sonunda diyor ki, (Şarkı, tegannî çok dinleme. Simâ’ kalbi öldürür. Nifâk hâsıl olur). Doksanaltıncı mektûbda diyor ki, (Kalbde Allah sevgisini artdıran şi’rleri, çalgısız ve fâsıklar olmaksızın dinlemek câizdir). Müzik, her nev’ çalgı, insanları, alkolikler ve morfinmanlar gibi gaflet içinde, uyuşuk yaşatmakdadır. Böylece, nefsleri azdırarak, se’âdet-i ebediyyeden mahrûm kalmasına sebeb olmakdadır. İslâm dîni, insanları bu âfetden, bu sonsuz felâketden korumak için, müziği kısmlara ayırmış, zararlı olanlarını harâm kılmış, yasak etmişdir.

Müziğin Cennetde de bulunduğunu ve orada nasıl olduğunu, dünyâda erkeklere de, kadınlara da harâm olan kısmlarını bildiren hadîs-i şerîflerden birkaçı, (Kurret-ül’uyûn) kitâbının son bâbında yazılıdır. Bu kitâb, [1302] de İstanbulda basılan (Muhtasar-ı tezkire-i Kurtubî) kitâbının kenârlarında basılmışdır.

(Hadîka)da diyor ki, (Tâtârhâniyye) fetvâ kitâbında, (Başkalarını hicv eden ve fuhş, içki anlatan ve şehveti harekete getiren şi’rleri tegannî ile, ya’nî ses dalgaları ile okumak, her dinde harâmdır. Harâma sebeb olan şeyler de harâm olur) demekdedir. Böyle, kat’î harâm olana güzel okudun diyen kâfir olur. Zinâ, ribâ, riyâ ve şerâb içmek gibi harâmlar için de böyledir. Va’z, hikmet, nasîhat, güzel ahlâk bildiren şi’r ve ilâhîleri tegannî ile okumak câizdir. Devâmlı, böyle vakt geçirmek mekrûh olur. Tarîkatcıların, câmi’lerde, tekkelerde ilâhî, zikr, tesbîh okuyarak, nefslerin şehvetlerini tahrîk etmeleri, dahâ büyük harâmdır. Böyle olduğu kat’î olarak bilinen toplantılara gitmemelidir. Böyle yerler, ibâdet yeri olmakdan çıkmış, fısk meclisi olmuşdur. Fekat, iyi bilinmedikce, sû-i zan etmemelidir. Kur’ân-ı kerîmi, zikri, düâyı, ezânı, tegannî ile okumak, sözbirliği ile harâmdır. Tegannî, harfleri, kelimeleri değişdirmekde, ma’nâyı bozmakdadır. Bunları kasd ile, bile bile değişdirmek harâm olur. Hatâ ile, tegannî ile ve bilmiyerek bozulunca harâm olmaması, bozulup bozulmıyacak yerleri öğrenmeğe çalışanlar içindir. Bunun için, tecvîd öğrenmek lâzımdır. Kur’ân-ı kerîmi, zikri ve ilâhîleri, ma’nâyı bozmıyacak güzel ses ile okumak, müstehabdır. Bu da, tecvîde göre okumakla olur. Bunun kalbe, rûha te’sîri çok olur. Güzel ses ile okumak demek, nağme yapmak, çene oynatmak değil, Allah korkusu ile okumakdır. Enbiyâ “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ve Evliyâ “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” böyle güzel sesle okurlardı. Fâsıklar ve Ehl-i kitâb gibi tegannî yaparak hazîn okumak ve bunu dinlemek hadîs-i şerîf ile men’ olundu. Elhân ile, ya’nî mûsikîye uyarak tecvîdi bozmak bid’at ve dinlemesi de büyük günâhdır.

Tegannî, müzik üzerinde tâm bilgi edinmek için, Gazâlînin (Kimyâ-ı se’âdet) kitâbı, birinci rükn, sekizinci aslını terceme etmek, uygun görüldü. (Ahlâk-ı alâ’î) yüzseksenikinci sahîfesinde ve Zehebînin (Et-tıbbün-nebevî) kitâbının sonunda da tegannî için güzel ve geniş bilgi vardır. İmâm-ı Gazâlî buyuruyor ki:

İnsanların yüreğinde kalb veyâ gönül denilen bir kuvvet vardır. Çelik, taşa sürtülünce ateş çıkdığı, [cam veyâ bakelit çubuk, yün parçasına sürtülünce, çubuk ucunda elektrik hâsıl olup, kâğıd parçalarını çekdiği] gibi, güzel ve âhenkli ses işitmek de, gönül denilen bu gizli kuvveti harekete getirir. Güzel ses, insanın elinde olmıyarak, kalbine te’sîr eder. Çünki, kalbin ve rûhun, Arşın üstündeki (Âlem-i ervâh) ile bağlılığı vardır. Maddesiz, ölçüsüz olan o âlem, hüsn-i cemâl, güzellik âlemidir. Güzelliğin temeli ise (tenâsüb, uygun, düzgün) olmakdır. Bu dünyâdaki bütün güzellikler, o âlemin güzelliğinden gelmekdedir. Güzel, düzgün, âhenkli sesler de, o âleme benzemekdedir. İslâmiyyete uyanların kalbi temiz olur. Kuvvetli olur. Böyle kalblerin (Âlem-i emr) ile bağlılıkları kuvvetlidir. Bunlara müzik te’sîr edip, harekete getirir. Böyle olan kalb, bir şeye tutulmuş ise, meşgûl olduğu şeyi harekete getirir. Rüzgârın ateşi tutuşdurmasına benzer. Kalbde, Allah sevgisi varsa, güzel ses, bu sevgiyi artdırır. Fâideli olur. Bir kimse islâmiyyete uymaz, Allahü teâlânın düşmanı olan nefsine uyarsa, kalbi bozulur. Çalgı dinlemek ve her günâhı işlemek nefsi kuvvetlendirir. Sâlim, temiz kalb müzikden zevk alamaz. Müzik nefsi kuvvetlendirip, harekete getirip zararlı olur. Kalbde Allah sevgisi olabileceğini anlamıyanlar, her güzel sese harâm der. Bunlar, insan kendi cinsini sevebilir. İnsanın kalbi, kendi cinsinden başka şeye bağlanamaz diyerek, Allah sevgisine inanmıyor. İslâmiyyet, Allah sevgisini emr ediyor denince, bundan maksad, emrlerini seve seve yapmakdır diyorlar. Güzel ses, kalbe, dışardan birşey getirmez. Sağlam kalbdeki halâl olan bağı harekete getirir. Hasta olmıyan kalbin tegannî dinlemesi halâl olur. Kalbde bir bağlılık yoksa, güzel sesden lezzet alması, kuş sesi dinlemek, yeşillik, akar su, çiçekler seyr etmek gibi olur. Bunları seyr, göze lezzet verdiği gibi, güzel koku, burna hoş geldiği gibi, lezzetli yemek ağza tatlı geldiği gibi ve lise bilgileri, fennî buluşlar, akla hoş geldiği gibi, güzel ses de, kulağa lezzet vermekde olup, onlar gibi mubâh olur.

Kalbi hasta olanın ya’nî Allahdan başka birşeye bağlı olanın, ya’nî sevenin nefsi azar. Meselâ, yabancı bir kızı veyâ oğlanı ister. Çalgı, müzik dinlediği zemân, nefsinde onlara kavuşmak arzûsu artar. Kalbi bu yola hareket etdirir. Bunlarla buluşması harâm olduğundan, her çeşid çalgıyı dinlemesi de, harâma sebeb olur.

Kalbi hasta olmıyan, ya’nî kalbinde yalnız Allah sevgisi bulunan kimse, kız, aşk, şehvet anlatan sesleri işitince, kalbi bunlardan zevk almaz. Sıkılır. Kalb hasta ise, bunlardan nefs zevk alıp, kalbi bu yola hareket etdirir. Böyle kimselerin müzik dinlemeleri harâm olur. Erkek ve kız, bütün gençler böyledir. İslâmiyyetin, sönmesini emr etdiği nefs ateşini tutuşduran herşey harâmdır. Hasta olmıyan kalbin, halâl şeylere olan sevgisini, bağını artdıran ve nefsi za’îfleten sesleri dinlemek de, ba’zı şartlarla mubâh olur.

Hacca gidecek olanın Kâ’be, hac, Mekke, Medîne şarkılarını dinlemesi, askerlerin harb, kahramanlık şarkılarını dinlemesi mubâh, hattâ sevâb olur.

(Mevâhib-i ledünniyye)de diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Mekkeye girdiği zemân, önünde İbni Revâha beytler okuyarak gidiyordu. Ömer “radıyallahü anh” bunu görünce, Resûlullahın önünde şi’r okunur mu? diyerek darıldı. Resûlullah da, Bırak yâ Ömer. Mâni’ olma! Bu beytler kâfirlere, ok atmakdan dahâ çok te’sîrlidir buyurdu). Buradan anlaşılıyor ki, nefsi azdıran şi’rleri okumak câiz olmayıp, harbde kâfirlere zarar verici, onları üzücü şi’rleri okumak câizdir.

Günâhları, kusûrları, azâbları anlatan kasîdeleri, ilâhîleri dinliyerek, üzülmek, tevbeye sebeb olmak sevâbdır. Fekat, ölüme, kazâ kadere karşı üzülmeğe sebeb olan ilâhîleri, kasîdeleri dinleyerek üzülmek harâm olur. [Bunun için, mevlidlerde vefât bahsini okumamalıdır.]

Düğün, ziyâfet, sünnet, bayram, sefer dönüşü gibi sevinmesi lâzım olan yerlerde halâl olan ses ile neş’elenmek mubâhdır. Bu sesler, nefse değil, kalbe kuvvet verir. Kalbi kararmış olanların, kalbimde Allah sevgisi var diyerek ses, ilâhî dinlemeleri insanı ekseriya aldatır. Kalbin temiz, kuvvetli olup, nefsi ezmiş olduğunu, yâhud kalb hasta olup, nefsin azmış olduğunu ancak Veliyyi kâmiller “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” anlar. [Bunun içindir ki, imâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh”, ikiyüzaltmışaltıncı [266] mektûbunda, gençlerin toplanarak kasîde, ilâhî, mevlid okumalarını uygun görmemişdir.] Kalbinde hâller hâsıl olmıyan, hâsıl olsa da, nefsi şehvetden temâm kesilmemiş olan tesavvuf yolcularına güzel ses, nağme, fâideden ziyâde zarar verir. (Kimyâ-yı se’âdet)den terceme temâm oldu.

(Reşehât)da, Sa’düddîn-i Kâşgarî, hâce Muhammed Pârisâ “kuddise sirrühümâ”dan işiterek buyuruyor ki, (İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaşdıran perdelerin en zararlısı, kalbin kararması, hasta olması, ya’nî dünyâ sevgisinin kalbe yerleşmesidir. Bu sevgi, kötü arkadaşlardan ve lüzûmsuz şeyler seyr etmekden hâsıl olur. Çok uğraşarak, bunları kalbden çıkarmalıdır. Fâidesiz kitâb, [roman, gazete, mecmû’a, hikâyeler] okumak, lüzûmsuz şeyler konuşmak, bu sevgiyi artdırır. Kadın ve kadın resmleri, [resmli mecmû’a, filmler, televizyon] seyr etmek, şarkı, çalgı, [kadın sesleri] dinlemek, bu sevgiyi kalbde yerleşdirir. Bunların hepsi, insanı Allahü teâlâdan uzaklaşdırır. Kalbin hasta olması, Allahü teâlâyı unutmasıdır. Birinci kısmda, 46. cı maddenin sonuna bakınız! Allahü teâlâya kavuşmak istiyenlerin, bunlardan sakınması, nefsi kuvvetlendiren, azdıran herşeyden ictinâb etmesi lâzımdır. Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki, kalbi temizlemeğe ve nefsi ezmeğe çalışmıyanlara, zevklerini, şehvetlerini bırakmıyanlara bu ni’meti ihsân etmez). [Kalb, muhabbet yeri, sevgi yeridir. Aşk, muhabbet bulunmıyan kalb ölmüş demekdir. Kalbde, yâ dünyâ sevgisi, yâhud Allah sevgisi bulunur. Burada dünyâ demek, harâm olan şeyler demekdir. Zikr, ibâdet yaparak, kalbden dünyâ sevgisi çıkarılınca, kalb temiz olur. Bu temiz kalbe, Allah sevgisi, kendiliğinden dolar. Günâh işleyince, kalb kararır, hasta olur. Dünyâ muhabbeti yerleşerek, Allah sevgisi gider. Kalbin bu hâli, bir şişeye benzer. Su doldurunca, havası çıkar. Suyu boşaltınca, hava kendiliğinden dolar.]

Tesavvuf büyüklerinden Mahmûd-i İncirfagnevî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, (Zikr-i alâniyye, ya’nî yüksek sesle zikr yapabilmek için, kalbinde yalan ve gıybet bulunmamak, buğazından harâm ve şübheli şey geçmemiş olmak, gönlü riyâdan ve süm’adan ve sırrı hazret-i Hakdan başka şeylere teveccühden pâk olmak lâzımdır). İşte, tegannî, simâ’ yalnız böyle kimselere fâideli olur. Fıkh âlimleri de, tegannînin, böyle olmıyanlar için ve çalgının herkes için, harâm olduğunu bildirmişlerdir. Beyt tercemesi:

Sevgilimle geziyorduk el-ele,
Haberim yok, bakmışım bir çiçeğe.

Utanmadın mı dedi ve ekledi:
Ben varken nasıl bakıyorsun güle?

Bu beyt, tesavvufcuların, takvâ ehlinin hâlini göstermekdedir.

Tegannînin mubâh olduğunu bildirdiğimiz yerde, beş şartı gözetmek lâzımdır:

1 — Kadın, kız veyâ parlak oğlan sesini, yanında kendilerini görerek dinlemek, mahremleri olmıyan [yabancı] erkeklere harâmdır. Bunları görünce, temiz kalb sıkılır, kararır, hasta olur, za’îfler. Nefs zevk alır, kuvvetlenir, azar. Şeytân, nefsin, hareketine yardım eder. Nefs, kötü isteklerini, harâmları, kalbe yapdırır. Çünki, bütün a’zâlar kalbin emri ile hareket etmekdedir. Güzel olmıyan oğlanın sesi câiz ise de, çirkin kızın da sesini, yanında dinlemek harâmdır. Kızların, kadınların mevlid, ilâhî gibi okuması câiz olan seslerini, kendilerini görmeden [Meselâ gramofondan, radyodan] yabancı erkeklerin dinlemesi, oğlanın yüzüne bakmak gibidir. Ya’nî, düşünceye göre, halâl veyâ harâm olup, mevlidi dinlemesi câiz, sesini dinlemesi harâm olur. Şübheli şeyden kaçınmalıdır.

(Hadîka)da diyor ki, zarûret olmadan, erkeğin [yabancı kadın], kız ile konuşması harâmdır. Alış veriş gibi işlerde, zarûret mikdârı konuşmak câiz olur.

2 — Ses dinlerken, ud, keman, ney, saz, kaval gibi hiçbir çalgı çalmamalıdır. Keyf için, eğlence için, her çalgıyı çalmak ve dinlemek harâmdır. Çalgı, içki içenlerin âdetidir. İçki ise, nefsi kuvvetlendirir. Kalbi za’îfletir. Yalnız muhârebede, askerin moralini kuvvetlendirmek için, bando, muzika çalmak ve bunlara sulh zemânında da hâzırlanmak ve düğünlerde davul, def çalmak, her müslimâna câizdir. [Siyâsî toplantılar da, harb sâhası demekdir.]

Çalgı âletlerinin, kendileri harâm değildir. Bunları çalmak ve dinlemek harâmdır.

3 — Güzel sesle fuhş, kadın, içki anlatan şi’rleri okumamalı ve bunları dinlememelidir. Müslimânı, din âlimlerini kötüliyen sesleri de dinlemek harâmdır.

4 — Dinleyiciler arasında parlak oğlan, yabancı kadın bulunmamalıdır. Fısk, fuhş, livâta ve zinâ, nefsin istekleri, şehvetleridir. Nefsin kötü arzûlarına [ya’nî şehvete] aşk, muhabbet adı takmamalıdır. Aşk, muhabbet kalbde olur ve kıymetlidir.

5 — Kalbinde mahlûk sevgisi, nefsinde şehvet hissi olmıyanların, zevk için, güzel ses dinlemeleri câiz ise de, devâmlı olmamalıdır. Ba’zı mubâhları, sık sık işlemek, lehv, la’b ve abes olur. Boş yere zemân öldürmek olur. Bunlar ise harâmdır.

[Zâhir bilgilerinde derin âlim ve bâtın ma’rifetlerinde ârif ve kâmil olan Mazher-i Cân-ı Cânân “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, (Simâ’ ya’nî kasîde, ilâhî, mevlid dinlemek, hasta olmıyan kalbe rikkat verir, yumuşatır. Yumuşak kalbli müslimâna Allahü teâlâ merhamet eder. Allahü teâlânın merhametine sebeb olan şey niçin harâm olsun? Çalgıların, harâm olduğu sözbirliği ile bildirilmişdir. Yalnız, düğünlerde def [davul] çalmak mubâh ve ney çalmak mekrûh denildi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, yolda giderken ney sesi işitdi. Mubârek kulaklarını kapadı. Yanında olan, Abdüllah bin Ömerin de kapamasını emr buyurmadı. Demek ki, işitmemek takvâdır, azîmetdir. Simâ’ için, âlimler arasında ihtilâf vardır. Câiz diyenler de, değil diyenler de oldu. [Fekat, çalgı çalmanın harâm olduğu, icmâ’ ile, sözbirliği ile bildirildi.] İhtilâf edilmiş olan birşeyi yapmamak dahâ iyidir. Takvâ ehli, bunun için, yüksek sesle zikr etmemiş, sessiz zikri âdet edinmişlerdir.) Mazher-i Cân-ı Cânânın bu sözleri, (Makâmât-ı Mazheriyye)de yazılıdır.]

(Dürr-ül me’ârif)in dördüncü sahîfesinde diyor ki, (Simâ’ ancak, Allahü teâlâya müteveccih olanlara câizdir. Herşeyi Allahü teâlâdan bilirler. İhtiyârî olmıyan raksa (Vecd) denir. İrâdî ve ihtiyârî olarak raks etmeğe, (Tevâcüd) denir. Nizâmüddîn-i Evliyâ hazretlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” meclisinde, Simâ’ vardı, fekat çalgı yokdu. Kadın ve oğlan da yokdu. El şaklatmak bile yokdu. Âletsiz, çalgısız olan sese (Simâ’) [ya’nî (Tegannî)] denir. Âlet ile, çalgı ile birlikde olan insan sesine (Gınâ) [ya’nî (Müzik)] denir. Gınânın harâm olduğunu bütün âlimler sözbirliği ile bildirmişlerdir. İsrâ sûresinin altmışdördüncü âyetinin, gınâyı harâm etdiğini bildiren âlimler vardır. (İlk tegannî eden şeytândır) ve (Gınâ, kalbde nifâk hâsıl eder) hadîs-i şerîfleri de gınânın harâm olduğunu göstermekdedirler. Âlimler, simâ’ın harâm olmasında ihtilâf etdi. Gınânın harâm olduğunda ihtilâf yokdur. Kadın ve oğlan sesi gınâya dâhildir. Simâ’a halâl diyen âlimler de, buna şartlar bildirdiler. Bu şartlar bulunmıyan simâ’ da sözbirliği ile harâm olur.) (Dürr-ül-me’ârif)den yapılan bu terceme de gösteriyor ki, islâmiyyetde müzik, çalgı yokdur. Son zemânlarda işitilen (Tesavvuf müziği) sözünün islâmiyyetde yeri olmadığı anlaşılıyor. Harâma halâl diyenin kâfir olacağı bildirildi. Bunun için, harâmı ibâdete karışdıranın, hem kâfir olacağı, hem de islâmiyyeti yıkmak, bozmak için uğraşan zındık olacağı hâtıra gelmekdedir. Kur’ân-ı kerîmi, tekbîrleri ve ilâhîleri çalgı ile, ney çalarak okumak, bunun için tehlükeli bid’atdir. Kur’ân-ı kerîmi güzel ses ile, tecvîd ile okumalıdır. Tegannî ile, kelimeleri değişdirip nağmeye uydurarak okumak harâmdır.

Genç hâfızların, genç kadınlar, kızlar arasında, Kur’ân-ı kerîm, mevlid, ilâhî okuması da gınâ olur. Harâm olur. Bir kimse, bir yere şehvet ile bakarsa, kalbi de oraya takılıp lekelenir, hastalanır. Kalb hastalanınca, nefs kuvvet bulur, azar.

Kalbinde yalnız Allah sevgisi olanların güzel ses dinlemesi câiz olup, yukarıda yazılı şartlara uygun olarak, oturup okurlar dedik ise de, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ve Tâbi’în-i ızâm “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” böyle yapmadı. Bid’at olduğu meydândadır. Fâidesi olduğundan câiz dedik. (Siyerül-aktâb)da, Hasen Basrî buyuruyor ki, (Allah sevgisi ile, simâ’ dinleyen, Sıddîk olur. Nefse tâbi’ olarak dinleyen, zındık olur).

Kur’ân-ı kerîmi radyo ile ve ho-parlör ile okurken, çok def’a, harflere mahsûs ses, ya’nî ağızdaki mahrecleri değişip ma’nâ bozuluyor. Kur’ân-ı kerîm, bayağı, ma’nâsız, ses dalgaları hâlini alıp ibâdet değil, bir şarkıcının nağmeleri gibi, hissî bir zevk vâsıtası oluyor. Bundan başka, (Redd-ül-muhtâr), (Mecma’ul-enhür) ve (Dürr-ül-müntekâ)da ve Elmalılı Hamdi efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” tefsîrinin üçüncü cildinin, 2361. ci sahîfesinde diyor ki, (Kur’ân-ı kerîm okumak demek, Kur’ân okuduğunu anlıyacak kadar aklı başında olan insanın okuması demekdir). Câ’miler, nemâz kılmak için yapılmışdır. Vâ’ız ve hâfızların sesi, radyolarla, ho-parlörlerle, her tarafa yayılınca, câmi’ içinde, nemâz kılacak yer bulunmıyor. Nemâz kılanlar şaşırıyor. (İbni Âbidîn)de, imâmın, yüksek sesle okuması vâcib olan yerde, başkalarını râhatsız edecek kadar bağırması günâh olduğu yazılıdır. Ho-parlörle okuyanlar, bu bakımdan da günâha giriyorlar.

İbni Hacer-i Mekkî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Fetâvâ-yı kübrâ)sında, gusl abdesti başında buyuruyor ki, (Câmi’de Kur’ân-ı kerîm okumak büyük kurbetdir. Yüksek sesle okuyup, nemâz kılanları şaşırtan çocukları susdurmak lâzımdır. Hocaları susdurmazsa, yetkililer çocukları da, hocalarını da câmi’den çıkarmalıdır).

[Süâl: Ezân, ho-parlörle okununca, uzaklardan da işitiliyor. Mü’minler ezân sesi duyuyor. Ho-parlör fâideli oluyor denirse:

Cevâb: Ezân sesinin uzaklardan işitilmesi lâzım olsaydı, bu sözün bir kıymeti olurdu. Ezânın, insan sesinden fazla sesle okunması lâzım olsaydı, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bunun çâresini emr ederdi. Çünki, dinde lâzım olan herşeyi bildirmesi, yapdırması vazîfesi idi. Nemâz vaktlerinin geldiğini, hıristiyanlar gibi çan çalarak veyâ yehûdîler gibi boru ötdürerek uzaklara duyuralım diyenler oldu. Kabûl etmedi. (Biz böyle yapmayız. Yüksek yere çıkıp ezân okuyunuz!) buyurdu. Böylece, insan sesinin varamıyacağı yerlere tek bir ezân sesinin ulaşdırılmasına lüzûm olmadığı anlaşıldı. İbâdetlerde değişiklik yapmanın (Bid’at) olduğunu, büyük günâh olduğunu biliyoruz. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kabûl etmediği, red etdiği birşeyi ibâdete karışdırmak ise, bid’atden dahâ büyük, ondan dahâ çirkin günâh olur. Birinci kısmda, otuzdördüncü maddede, ondokuzuncu mektûbda, (Bid’atler nûrlu parlak, fâideli görünseler de, hepsinden kaçınmak lâzımdır. Hiçbir bid’atde fâide yokdur) diyor. (Müjdeci mektûblar)da, yüzseksenaltıncı mektûbda diyor ki, (Bugün kalbler kararmış olduğundan, ba’zı bid’atler, güzel görülürse, kıyâmet günü, kalbler uyandıkları zemân, bid’atlerin hepsinin zararlı oldukları anlaşılacakdır. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Dîninizde yapılan her yenilik zararlıdır. Bunları atınız!) buyurdu) diyor. Allahü teâlâ, Bekara sûresinin ikiyüzonaltıncı âyetinde meâlen, (Ba’zı şeyleri sever, fâideli dersiniz. Hâlbuki o şeyler size zararlıdır) buyurdu. Görülüyor ki, ho-parlörle ezân okumak bid’atini savunmak, bir müslimâna yakışacak şey değildir. Bundan başka, (Dürr-ül-muhtâr) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” yemîn kısmında, nezri anlatırken buyuruyor ki, (Her beldede, her mahallede mescid yapmak, hükûmet üzerine vâcibdir. Beyt-ül-mâl parasından yapdırılması lâzımdır. Hükûmet yapdırmazsa, müslimânların yapdırması vâcib olur). Birinci cild, dörtyüzsekseninci sahîfede diyor ki, (Ezân okunurken, câmi’den çıkmak harâmdır. Fekat, kendi mahallesindeki câmi’ cemâ’ati ile kılmak için çıkmak câizdir. Çünki, mahallesindeki câmi’de kılmak vâcibdir). Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, her mahallede mescid bulunması, mahalle mescidlerinin hepsinde ezân okunması, herkesin kendi mahallesi veyâ çarşısı câmi’inde okunan ezânı işitip, buradaki cemâ’ate gitmesi emr edilmişdir. Her mahallede câmi’ bulunacak, hepsinde ezân okunacak, herkes ezân sesi duyacakdır. Ho-parlörle uzaklara duyurmağa lüzûm yokdur. Şimdi, ezânı ho-parlör ile okuyorlar. Ho-parlör sesleri birbirine karışarak, ezân oyuncak hâlini alır. Görülüyor ki, ho-parlörle okumak, lüzûmsuz ve zararlı olmakdadır. İslâmiyyetin emrine uyarak her müezzin minâreye çıkıp, sünnete uygun ezân okuyunca, herkes kendine yakın ezânı çok iyi işitir. Uzaklardan ho-parlör sesini duymağa lüzûm olmaz. Ezânı ho-parlörle okuyarak, sesin uzaklardan işitilmesini istemek, ezânın bir yerde okunmasını, her câmi’de okunmamasını istemek demekdir.

Beyhekînin bildirdiği ve (Künûz-üd-dekâık)da yazılı hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâbına “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hitâb ederek buyurdu ki, (Sizden sonra, bir zemân gelecekdir. O zemânda bulunan müslimânların en sefîlleri, en aşağıları, müezzinlerdir). Bu hadîs-i şerîf, tegannî ederek ve sünnete uymıyarak okuyan ve ibâdetlere bid’atler karışdıran kimselerin zuhûr edeceklerini haber vermekdedir. Allahü teâlâ, müezzin kardeşlerimizi, bu hadîs-i şerîfde kötülenen müezzinler gibi olmakdan muhâfaza buyursun! Âmîn.

Zemânımızda, minâresine çıkılıp sünnete uygun ezân okunan bir câmi’ görünmez oldu. Minârede okumamak şehrlere de, köylere de yayıldı. Çok şükr, Diyânet işleri başkanlığı, müftîliklere gönderdiği 1.12.1981 târîh ve 19 numaralı ta’mîmi ile, müezzinlerin minâreye çıkarak ezân okumalarını mecbûrî hâle getirmişdir.

Ezân okuyanın müslimân, âkıl ve sâlih olduğunun bilinmesi lâzımdır. Bunun için teypden ve radyodan okunan ezân sahîh olmaz. Minâreye çıkıp ho-parlörle okumak da, sünnete uygun değildir. Birinci kısmda, 61. maddenin sonuna bakınız! İbâdet ile âdeti ayırd etmek lâzımdır. İbâdet olmayan şeylerde, radyo, ho-parlör kullanılır. İslâmiyyet, buna birşey demez. Fekat, ibâdetlerde ufak değişiklik yapan mezhebsiz olur.

Bütün fıkh kitâblarında, meselâ fârisî (Tergîbüssalât) kitâbında diyor ki, (Abdestsiz ve cünüb ve serhoş olanın ve fâsıkın ve çocuğun ve kadının ve mecnûnun ezân okumaları mekrûhdur. Serhoş, cünüb ve mecnûnun okudukları ezânı tekrâr okumak lâzım olduğu, sözbirliği ile bildirildi. Kâfir, nemâz vaktinde ezân okursa, müslimân olduğu anlaşılır. Çünki ezân, müslimânlığın şi’ârıdır, alâmetidir). Ezânı, ma’nâsını bilerek, inanarak ve severek okumak müslimân olmanın alâmetidir. Büyük günâh işliyene (Fâsık) denir. İçki içen, kumar oynıyan, kadınlarla, kızlarla arkadaşlık eden, her gün beş vakt nemâz kılmıyan, (Fâsık) olur. Kadınların ezân, Kur’ân, mevlid, ilâhî okuyarak seslerini erkeklere duyurmaları harâmdır. Hoparlör, radyo ve televizyon ile duyurmaları mekrûh olur. Bu âletlerin harâm sesler için kullanılmaları âdet olan yerlerde, (âlet-i lehv) eğlence âletleri olurlar. Bunlarla ibâdet yapmak, meselâ hoparlörle ezân okumak, fâsıkın okuması gibi, câiz olmaz. Fısk yapanlar gibi ezân okumanın harâm olduğu (Dürer)de yazılıdır.

Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsının değişerek, küfre sebeb olmasının misâlleri çokdur. Burada birini bildirelim: Yasîn-i şerîf sûresinde seksenbirinci âyet-i kerîmenin sonunun meâli, (Onun yaratdıkları pek çokdur. O, herşeyi bilir)dir. Hâlbuki, bu âyet-i kerîme radyoda, ho-parlörde söylenirken ve lâtin harfleri ile okunurken, ma’nâsı bozularak, (O berberdir, herşeyi bilicidir), şeklini aldığı vâkı’ oluyor ki, okuyan ve dinleyip beğenen kâfir olur. Lâtin harfleri ile, bir dürlü yazılan, bir dürlü okunan (Hallâk) kelimesi, islâm harfleri ile yazılması ve okunması, farklı iki başka kelime olup, biri yaratıcı, öteki ise, berber demekdir. Arabîde üç (Z) harfi vardır. Bir kalın (Zı), ikinci ince okunan (Ze), üçüncüsü (Zâl)dır. Bunların üçü ayrı ayrı söylenir. İbni Âbidîn üçyüzotuzikinci sahîfede diyor ki, (Rükü’ tesbîhinde (Zı) ile (azîm) denir ki, Rabbim büyükdür demekdir. Eğer ince (Ze) ile (azîm) denilirse, Rabbim benim düşmanımdır demek olur ve nemâz bozulur). Kur’ân-ı kerîmi lâtin harfi ile öğrenip okuyan, bu üç harfi ayıramıyacağı için nemâzı sahîh olmaz.

Kur’ân-ı kerîmi lâtin harfleri ile yazmak câiz olmadığı İbni Hacerin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Fetâvâ-yı kübrâ)sının Necâset bahsinde ve Libyada (Câmi’at-ül-islâmiyye)nin çıkardığı (El-hedy-ül-islâmî) kitâbının [m. 1966] baskısında altmışikinci [62] sahîfesindeki fetvâda yazılıdır. Hindistânda bulunan yüzlerce Ehl-i sünnet medresesinin büyüklerinden olan Keralada (Bâkıyâtüs-sâlihât) medresesi müderrislerinin neşr etdiği (El-muallim) aylık mecmû’asının 1406 [m. 1985] târîhli nüshasındaki fetvâda da uzun yazılıdır. İstanbulda (Hakîkat Kitâbevi)nin çıkardığı (El-edillet-ül-kavâtı’) hutbe kitâbında bu fetvânın bir sûreti mevcûddur.

Radyodan ve ho-parlörden çıkan sesler, şimdi Hıristiyanların ve Yehûdîlerin ellerinde bulunan, İncîl ve Tevrâtlar gibi, Allah kelâmı değildir. Allahü teâlâ tarafından nesh edilmiş ve kullar tarafından değişdirilmiş olan mukaddes kitâblara hakâret etmek, alay etmek ve bunları okumak, dinlemek câiz olmadığı (Hadîka) kitâbının yüzonbeşinci sahîfesinde yazılıdır. Bunun için meyhânelerde, oyun yerlerinde, günâh işlenen topluluklarda, radyo ile Kur’ân-ı kerîm ve mevlid dinleyerek keyflenmek küfr olur ve küfre sebeb olan da, kâfir olur.

Radyoda, Kur’ân-ı kerîmi ve mevlidi hurmetle dinliyenler, hâfızın nağmeleri ile ağlayanlar olur. Güzel ses, nağme, kalbi hastalanmış olanların nefsine te’sîr etmekdedir. Nefsi beslemekdedir. Nefs, insanı ağlatmakdadır. Hâlbuki, Kur’ân-ı kerîm okumak sünnetdir. Harâma, hattâ mekrûha sebeb olan sünneti terk etmek lâzım olduğu, fıkhda, temel bilgilerden biridir. O hâlde, radyoda Kur’ân-ı kerîm ve mevlid okumamak dahâ doğru olmakdadır. Radyoda her dil ile, dîni bilgiler vermek, Ehl-i sünnet âlimlerinin, dünyâ bilginlerini hayrân bırakan, rûhlara gıdâ olan sözlerini insanlığa duyurmak lâzımdır. Böyle yayınlar çok fâideli ve çok sevâb olur.

Süâl: Evet, uzak memleketlerdeki vericilerden dinlendiği zemân, ses net olarak gelemiyor. Fekat, bir şehrdeki vericiden alınan ses, tam hâfızın okuduğu gibi oluyor. Ma’nâsı da, iyi anlaşılıyor. Radyoda, teypde ve ho-parlörde işitilen bu seslere, Kur’ân-ı kerîm denilmez mi?

Cevâb: Radyoda işitilen ses, fen bakımından (Aks-i sadâ) [sesin yankısı] da değildir. (Nakl-i sadâ) [sesin iletilmesi] de değildir. Nakl, sesin kendinin götürülmesi demekdir. Isı da, reyyonman, ışıma ve konveksiyon akımları ile yayıldığı gibi, nakl yolu ile de iletiliyor. Ateşe sokulan maşa, ısıyı değişdirmeden iletiyor. Isı, demirin kristallerinin birinden, ötekine geçerek yayılıyor. Hâfızın yanında, kendi sesini işitmemiz (Nakl-i sadâ)dır. Buğazdaki ses iplikcikleri [etden iki tel], konuşurken, gerilerek sertleşiyor. Ciğerden gelen hava, bunları titreşdirerek ses hâsıl oluyor. Titreşen tellerin hava moleküllerine çarpması, bu molekülleri titreşdiriyor. Bu titreşimler de, yanlarındaki hava moleküllerini titreşdirerek kulağımıza kadar ulaşıyor. Böylece sesi duyuyoruz. Ses hava içinde, müntezam küreler hâlinde dalgalarla yayılıyor. Havanın kendisi gitmiyor. Sesi iletmiş oluyor. Kuru hava, sesi, sâniyede üçyüzkırk metre hızla iletmekdedir. Su molekülleri de, sesi iletir. Sesin, sudaki hızı, sâniyede binbeşyüz metre kadardır. Katı cismler, sesi dahâ çabuk iletiyor. Sesin çelik ve camdaki hızı, sâniyede beşbin metredir.

Havada, suda yayılmakda olan ses dalgaları, dıvar, kayalık gibi sert düz yüzeylere çarpınca, doğrultularını değişdirerek, tekrâr geriye döner. Geri dönen dalgalar, eşit özellikde, ikinci bir ses meydâna getirirler. Bu ikinci sese (Aks-i sadâ) veyâ (yankı) denir. Aks-i sadâ, kendini hâsıl eden birinci sesin özelliğinde olduğu hâlde, secde âyetinin, aks-i sadâsını işiten kimsenin, ma’nâsını anlasa bile, tilâvet secdesi yapması lâzım gelmiyor. Kur’ân-ı kerîmin aks-i sadâsı, Kur’ân-ı kerîm olmuyor. Bu sese, Allahü teâlânın kelâmı denmiyor. Radyoda işitilen ses, hâfızın sesinin (Nakl-i sadâ)sı, ya’nî sesin kendisi olmadığı gibi, (Aks-i sadâ)sı bile değildir. Hâfızın sesine benziyen, başka bir sesdir. Kadınların aynadan, sudan aks eden görüntülerine ve kâğıd, perde üzerindeki resmlerine bakmanın da, benzerlerine bakmak olduğunu, birinci kısmda, 58. ci maddenin son sahîfesinde bildirmişdik. Ses, mikrofona gelince gayb oluyor, bitiyor. Elektriğe, sonra miknâtıs dalgalarına çevriliyor. Bu elektro-manyetik dalgalar, antene gelip, radyoda, elektriğe ve sonra yeni bir sese çevriliyor. Ho-parlörde de böyle olmakdadır. Zâten ho-parlör, elektrik dalgalarını ses dalgalarına çeviren âlet demek olduğu, Fransızca (Larousse)da bile yazılıdır. Aks-i sadâya Kur’ân-ı kerîm okumak denilmiyor da, bu başka sese, nasıl Kur’ân okumak denilir.

Süâl: Radyoda dinlenen ses, fen bakımından, hâfızın sesinin kendisi değilse de, sesinin tâm benzeridir. Ses bütün harmonikleri ile, farksız oluyor. Ma’nâsı da bozulmuyor. Bunu dinlemek, niçin câiz olmasın?

Cevâb: Birşeyin benzeri, kendisi değildir. Sarı metal bileyzikler, altın bileyziklere tâm benziyor ise de, aynı değildirler. Altın yerine geçmezler. Radyodan, ho-parlörden çıkan ses, hâfızın sesine çok benziyorsa da, insan sesi değildir. Metalik sesdir. Tınısı, yüksekliği, şiddeti ve harmonikleri başkadır. Kadının resmi de, kadına çok benziyor ise de, kendinin aynı değildir. Gayrı da değildir. Bunun içindir ki, kadının avret yerlerine şehvetsiz bakmak harâm olduğu hâlde, bunların resmlerine şehvetsiz bakmak harâm değildir. Fekat benzediği için, resmlerine bakmak mekrûhdur. Bunun gibi, sevilen şeyin benzerine de saygı göstermek lâzımdır. Çünki, aynı değil ise de, gayrı da değildir.

Kâfirlerin kilisede org çalarak okudukları gibi, Kur’ân-ı kerîmi çalgı çalarak okumanın küfr olacağı, mu’teber kitâblarda yazılıdır. [İkinci kısm, kırkıncı [40] maddeye bakınız!]. Kur’ân-ı kerîmin radyoda ve ho-parlörde söylenen, okunan tâm benzerine de, böyle saygısızlık yapmak küfr olur. Eğer çalgısız ve tecvîd ile okunuyor ise, radyoda sâatlerce çalgı ve şehveti harekete getiren şeyler çalıp, birkaç dakîka Kur’ân-ı kerîm okunur, sonra yine günâh olan şeylere başlanırsa, bu hâl, kumar, içki, oyun ve açık kadın gibi günâh bulunan fısk meclisinde, bu kimselerin veyâ başka birinin, birkaç dakîka da Kur’ân-ı kerîmi veyâ bunun tâm benzerini okuması gibi olur. Böyle olan radyodaki Kur’ân-ı kerîmi dinlemek, fısk meclisinde okunan Kur’ânı dışardan dinlemeğe benzer. Bunun için, harâmları kesip, bu aralık zemânda, okumak da, bunu dinlemek de câiz olmaz. Günâh olur. (Mültekâ) şerhlerinde diyor ki, (Fısk meclislerinde, alay edenler arasında tesbîh, tehlîl, zikr, tekbîr, hadîs, fıkh ve benzerlerini okumak günâhdır). Çünki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, böyle okumağı yasak etmişdir. Meselâ, (Kimyâ-i se’âdet) kitâbında diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Rebî’ bin Sü’ûdün evine geldi. Evde, küçük kızlar def çalıyordu ve şarkı söylüyorlardı. Şarkıyı, [çalgıyı] bırakıp, Resûlullahı medh etmeğe başladılar. (Beni söylemeyiniz! [Önce okuduğunuza devâm ediniz!]. Beni medh etmek [mevlid, ilâhî okumak] ibâdetdir. Def [çalgı] çalarken, eğlence, oyun arasında ibâdet câiz değildir) buyurdu. Def, çalgı çalarak veyâ başka la’b, ya’nî oyun oynayarak Kur’ân-ı kerîm okuyanın kâfir olacağı (Tergîb-üs-salât)da, cemâ’at ile nemâz bahsinde ve (Cevâhir-ül-fıkh)da yazılıdır. (Mîzân-ı Şa’rânî), abdesti anlatırken buyuruyor ki, (İslâm âlimleri, çirkin şeyler söyledikden sonra Kur’ân-ı kerîm okuyan kimse, Mıshafı pislik içine sokan kimse gibidir. Bunun küfründe şübhe yokdur buyurdular).

(Hadîka)da, dil âfetlerini anlatırken buyuruyor ki, hadîs-i şerîfde, (Nikâhı herkese duyurunuz! Bunun için de, câmi’lerde yapınız ve defler çalınız!) buyuruldu. İmâm-ı Münâvî, bunu açıklarken, (Mescidlerde def çalınmaz. Hadîs-i şerîf, deflerin mescidlerde çalınmasını emr etmiyor. Mescidlerin dışında çalınmasını, mescidde yalnız nikâh yapılmasını emr ediyor) diyor. (Hadîka)nın bu yazısından anlaşılıyor ki, çalınmasına açıkça izn verilmiş olan deflerin bile câmi’lerde çalınması yasak olunca, herhangi bir çalgının câmi’de çalınması hiç câiz olmaz.

(Muhtasar-üt-Tezkire)deki hadîs-i şerîflerde, (Âhır zemânda, câhil din adamları ve fâsık hâfızlar çoğalır), (Öyle zemân gelecekdir ki, o zemânın din adamları, eşek leşinden dahâ çok bozulmuş, kokmuş olacaklardır) buyuruldu. Böyle hadîs-i şerîfler, Kıyâmet günü yaklaşınca, fâsık ve bozuk din adamlarının türeyeceklerini haber veriyor. Rusyada husûsî metodlarla yetişdirilmiş komünist ajanlara, anarşistlere, birer sarık ve cübbe giydirilerek, Türkmenistân, Azerbaycân müftîsi... hazretleri denildiğini işitdik. Milletler arası yapdıkları propaganda toplantılarını yayınlayan mecmû’alarında resmlerini gördük. Bu ajanları, din adamı olarak, halkları müslimân olan Afrika ve arab memleketlerine gönderdiler. Bunlarla anarşi hâzırladılar. Kardeşi kardeşe düşman yapdılar. (Sosyalist islâm cumhûriyyeti) denilen ülkeleri bu sûretle ele geçirdiler. Azîz yurdumuzda, şerefli milletimizin arasında böyle bozuk din adamlarının bulunmadığını şükrânla görmekdeyiz.

Teyp bandına ve gramofon plâğına Kur’ân-ı kerîm almak, kâğıd üzerine yazmak gibidir. Teyp ve gramofon, müzik, şarkı, keyf, oyun ve eğlence için kullanılıyor ise de, kâğıd da, roman, açık resm, eğlence ve fuhş dergileri olmakdadır. Kur’ân-ı kerîm kâğıda yazılınca (Mushaf) olur. Mushaf, Kur’ân-ı kerîmin okunmasına ve öğrenmesine ve ezberlenmesine sebeb ve vâsıta olduğu için kıymetlidir. Mushaf yazmak ve hediyye etmek, bunun için, çok sevâbdır. Band ve plak da, Kur’ân-ı kerîmin benzerini işiterek öğrenilmesine ve ezberlenmesine vâsıta olmakdadırlar. Kur’ân-ı kerîmi, bu niyyet ile, teyp, plâk üzerine almak câiz olur. Bunlara da, Mushaf-ı şerîfe olduğu gibi hurmet etmek, bunlara başka şeyler doldurmamak, yükseğe koymak, üzerlerine birşey koymamak, abdestsiz tutmamak, kâfirlere, fâsıklara vermemek, başka şeyler bulunan bandlar ve plâklar arasına koymamak, fısk, oyun, eğlence yerlerinde çalmamak lâzımdır. Kur’ân-ı kerîm dinlemek için kullanılan gramofon ve teyp hiçbir zemân fısk meclislerine götürülmemeli, bunlarda hiçbir zemân, harâm olan çirkin şeyler çalınmamalıdır. Çalgı çalmakda kullanılan bir gramofonun ve teybin Kur’ân-ı kerîm dinlemek için de kullanılması, şarkı, gazel okuyan fâsık bir hâfızın okuduğu Kur’ân-ı kerîmi dinlemeğe benzer ki, bunun câiz olmadığı yukarıda bildirildi. Kısacası, Kur’ân-ı kerîm bulunan bandlar ve plâklar Mushaf-ı şerîf gibi kıymetlidirler. Bunlara da saygısızlık yapmak, küfre sebeb olur. Şu kadar var ki, bunlardan Kur’ân-ı kerîmi dinlemek, hâfız dinlemek olmaz. Tam benzerini dinlemek olur. Kur’ân-ı kerîmi dinlemek sevâbı hâsıl olmaz. Çünki, Kur’ân-ı kerîmi tilâvet etmek, ya’nî okumak demek, şu’ûrlu bir kimsenin, Kur’ân-ı kerîm okuduğunu bilen insanın okuması demek olduğu (Redd-ül-muhtâr)ın beşyüzonaltıncı sahîfesinde yazılıdır. Fekat, benzerini de saygı ile dinlemek farzdır. Küçük çocuğun şu’ûrsuz olarak okuduğunu dinlemenin de lâzım olduğu (Redd-ül-muhtâr)ın üçyüzaltmışaltıncı sahîfesinde yazılıdır.

Radyoda islâmiyyetin yasak etdiği şeyler dinlenmez, hep fâideli ve sevâb şeyler dinlenirse, bunlar arasında okunan Kur’ân-ı kerîmi ve evde teypde, müslimâna yakışan şeylerin, nasîhatların, derslerin arasında okunan Kur’ân-ı kerîmi, öğrenmek için dinlemek câiz olur. Fekat, bunun Kur’ân-ı kerîmin aslını dinlemek olmadığı, Elmalılı Hamdi efendi tefsîrinin üçüncü cildinin 2361. ci sahîfesinde yazılıdır. Kur’ân-ı kerîmi, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmın okudukları gibi okumak ve dinlemek ibâdet olur. Başka dürlü okumak ve bunu dinlemek, ibâdeti değişdirmek olur, bid’at olur. Bid’at ise, günâhların en büyüğüdür. [Kitâbımızın üçüncü kısmında, birinci maddeyi okuyunuz!].

Hindistânda, ba’zı câmi’lerde, vehhâbîlerin imâmsız olarak cemâ’at ile nemâz kıldıkları bildiriliyor. Bu câmi’lerin, büyük câmi’e elektrik teli ile bağlı olup, oradaki imâmın sesini ho-parlör ile işiterek, o imâma uyulduğu bildirildi. Ho-parlör sesi ile imâma uyanların nemâzlarının sahîh olmıyacağı, birinci kısmın altmışdokuzuncu maddesinde bildirilmişdi. (Fetâvâ-yı Hindiyye)de diyor ki, (İmâma uymağa mâni’ olan sebeblerden biri, imâm ile cemâ’at arasında, kayık geçecek kadar nehr veyâ araba geçecek kadar yol yâhud sahrada kılarken, arada iki saflık boşluk bulunmakdır. Câmi’lerin içinde büyük boşluk arkasında, imâma uymak câizdir. Bir başka sebeb, mescidin üstünde veyâ dışında kılanın, imâmın veyâ cemâ’atden birinin seslerini işitmeğe yâhud imâmın veyâ cemâ’atın hareketlerini görmeğe mâni’ büyük dıvar bulunmasıdır. [Ho-parlörün sesi, imâmın sesi değildir. Televizyondaki şeklleri de, hakîkî şekli değildir, benzerleridir.] Mescidin üstünde ve dıvar arkasında kılanın, imâmdan veyâ cemâ’atden birinden başkasına tâbi’ olması câiz değildir. Mescid kapıya kadar dolu ise, mescide bitişik kılanın imâma uyması sahîh olur. Kapıya kadar dolu değil ise, son saf ile arasında araba geçecek mesâfe yoksa yine sahîh olur. Bundan fazla mesâfe varsa [imâmın sesini işitse de] sahîh olmaz. (Kâdîhân)da da diyor ki, mescide bitişik binâda kılanın imâma iktidâ etmesi câizdir. Bu binânın üstünde ve mescide bitişik olmıyan binâlarda iktidâ câiz değildir). Bu açık hakîkat karşısında, müslimânlara imâmsız cemâ’at ile nemâz kıldıran bu din adamlarının ibâdete değil, felâkete önderlik etdikleri anlaşılmakdadır.

Kâfirler, müslimânları hıristiyan yapmağa, câmi’leri kiliseye çevirmeğe uğraşıyorlar. Bu işi sinsice yapabilmek için, müslimân görünüyorlar. Câmi’lere ilerde masa sokabilmek için, secde yerlerini biraz yükseltmekle işe başlıyorlar. Basılan yere baş konulmaz. Hastalık olur diyorlar. Secde yerlerini uzun yıllarda yükselte yükselte, masaya yol açarız diyorlar. Câmi’lere müzik, org sokabilmek için, önce ho-parlörden, teypden başlıyor, ibâdetlerin çalgı âletleri ile yapılmasına, yavaş yavaş alışdırmak istiyorlar. Yapılması günâh olmıyan, mubâh birşeyin ibâdet sanılması korkusu olursa, bu mubâh şeyi yapmak harâm olur. Büyük günâh işlemek olur. Bunun için, müslimânların çok uyanık olması, ibâdetleri Eshâb-ı kirâm gibi, dedeleri gibi yapmağa titizlikle ehemmiyyet vermeleri lâzımdır. Ho-parlör, teyp ve benzerleri ile ibâdet etmek, iyi ve fâideli görülse bile, bid’at olduğu için ve ibâdetleri değişdirmeğe yol açacağı için, câmi’lere sokulmamalı, islâm düşmanlarının plânlarına, tuzaklarına kapılmamağa dikkat etmelidir. Bekara sûresi ikiyüzonaltıncı âyetinde meâlen, (Beğendiğiniz, sevdiğiniz çok şey vardır ki, sizin için zararlıdır!) buyuruldu. İbâdetlerde yapılacak ufak bir değişiklik, çok fâideli görünse de, bunu yapmakdan kaçınmalıdır. Radyo ile, ho-parlör ile okunan ezân kabûl olmaz. İmâmın ve müezzinin kendi seslerini işitmeyip, radyo, ho-parlör sesleri ile hareket eden cemâ’atin nemâzlarının sahîh olmıyacağı, birinci kısm, altmışdokuzuncu maddede de bildirilmişdi.

(Tergîb-üs-salât) kitâbında buyuruyor ki, (Kitâb-ül-kırâe) risâlesindeki hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, kıyâmet alâmetlerini sayarken buyurdu ki, (Hâkimler rüşvet alarak haksız karâr verir. Adam öldürmek çoğalır. Gençler, ana babalarını, hısm akrabâsını aramaz, saymaz olur. Kur’ân-ı kerîm mizmârdan, ya’nî çalgı âletlerinden okunur. Tecvîd ile, güzel okuyanları, islâmiyyete uyan hâfızları dinlemeyip, mûsikî ile şarkı gibi okuyanları dinlerler.) Muhyiddîn-i Arabî hazretleri “kaddesallahü sirrehül’azîz” (Müsâmere) adındaki kitâbında diyor ki, Eshâb-ı kirâmdan Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” hazretlerinin haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Bir zemân gelir ki, müslimânlar birbirlerinden ayrılır, parçalanırlar. İslâmiyyeti bırakıp, kendi düşüncelerine, görüşlerine uyarlar. Kur’ân-ı kerîmi mizmârlardan, ya’nî çalgılardan, şarkı gibi okurlar. Allah için değil, keyf için okurlar. Böyle okuyanlara ve dinleyenlere hiç sevâb verilmez. Allahü teâlâ bunlara la’net eder. Azâb verir!) buyuruldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bunlar gibi, dahâ nice hadîs-i şerîflerle, Kur’ân-ı kerîmin radyo, teyp ve gramofon ve ho-parlör gibi çalgı çalınan âletlerde okunacağını haber veriyor. Böyle okumanın günâh olduğunu bildiriyor. Derin âlim, şeyh-ul-islâm Ahmed ibni Kemâl efendinin kırk hadîsinin tercemesinde, otuzdokuzuncu hadîs-i şerîfde, (Mizmârları kırmak için ve hınzırları öldürmek için gönderildim) buyuruluyor. Bunu terceme ederken, (Mizmâr, düdük ve bütün çalgı âletleri demekdir. Bu hadîs-i şerîfin ma’nâsı, her çeşid çalgıyı ve domuz eti yimeği yasak etmek için emr olundum demekdir) diye ma’nâ verilmekdedir. Başka bir hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı kerîmi arab şîvesi ile, onların sesi ile okuyunuz! Fâsıklar, şarkıcılar gibi okumayınız!) buyuruldu. Şarkı okur gibi okuyan kimsenin imâm olması harâmdır. Onun arkasında kılınan nemâz, sahîh olmaz. Çünki, sesi perdeye uydurmak, nağme yapmak için, harf eklemekdedir ki, bunlar, insan sözü olur. Kur’ân-ı kerîm olmaz.]

TENBÎH: Yukarıda, Kur’ân-ı kerîmi radyoda okumak ve bunu dinlemek anlatılmakdadır. Radyo kullanmak için, radyo dinlemek için birşey yazılmamışdır. Bu ikisini birbiri ile karışdırmamalıdır. Radyo kullanılması, bir sahîfe sonra bildirilecekdir.

(Kimyâ-i se’âdet)de buyuruyor ki, (Kur’ân-ı kerîm okumasını öğrenmek çok sevâbdır. Fekat, Kur’ân-ı kerîm okuyanların ve hâfızların, ona saygı göstermeleri lâzımdır. Bunun için de, her sözü, her işi Kur’ân-ı kerîme uygun olmalıdır. Onun edebi ile edeblenmelidir. Onun yasak etdiği şeylerden sakınmalıdır. Ona, böyle saygı göstermezse, Kur’ân-ı kerîm kendisine düşman olur. Resûlullah “aleyhisselâm” buyurdu ki, (Ümmetimdeki münâfıkların çoğu, Kur’ân-ı kerîm okuyanlardan olacakdır). Ebû Süleymân Dârânî buyuruyor ki, (Cehennemde azâb yapan, Zebânî adındaki melekler, puta tapan kâfirlerden önce, islâmiyyete uymayan hâfızlara saldıracaklardır). Para kazanmak için mevlid okuyan, mûsikî ile mevlid okuyan hâfızlar da böyledir. Şunu iyi bilmelidir ki, Kur’ân-ı kerîm, yalnız okumak için gönderilmedi. Gösterdiği yolda gitmek, islâmiyyete uymak için gönderildi). (Şir’a-tül-islâm) şerhinin sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmi şarkı söyler gibi okumak, bid’atlerin en çirkini, en kötüsüdür. Böyle okuyanlar cezâlandırılır).

(Riyâd-un-nâsıhîn)de diyor ki, Kur’ân-ı kerîm, islâmiyyete uyan hâfızlara şefâ’at edecekdir. (Müslim) kitâbındaki hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı kerîm, okuyanlarına, yâ şefâ’at edecek veyâ düşman olacakdır) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı kerîm okuyan çok kimse vardır ki, Kur’ân-ı kerîm, onlara la’net eder) buyuruldu. Kur’ân-ı kerîmi abdestli olarak okumak, sağ el ile tutmak, dizden aşağı koymamak, bitirince açık bırakmamak, başka şey yaparken kapayıp yüksek bir yere koymak, okurken konuşmamak, konuşursa, tekrâr E’ûzü okuyarak başlamak lâzımdır. Mushafı [ve Kur’ân-ı kerîm bulunan teypi] ayağa kalkarak almalıdır.

Radyoda Kur’ân-ı kerîm dinleyen de, hiç olmazsa, radyoyu yükseğe koymalı, bir iş yapmamalı, konuşmamalı, kıbleye karşı edeble oturmalıdır. Kur’ân-ı kerîmi ve mevlidi dinledikden sonra veyâ önce, çalgı, şarkı ve başka küfr ve harâm şeyleri dinlemek, bunlara saygısızlık olur. Kur’ân-ı kerîm, okunup da, kendisine saygı göstermiyenlere la’net eder. Okuyanlar ve söyliyenler için günâh olan herşey, okutanlar ve dinleyenler için de, günâhdır.

Radyoda, hâfızın Kur’ân-ı kerîm okumasına sebeb olan dinleyiciler, bir canbazı seyr edenler gibi oluyor. Ya’nî, canbaz, oynarken ipden düşüp ölürse, seyrciler günâha girer. Çünki, onlar seyr etmeselerdi, canbaz oynamıyacak ve ölmiyecekdi. Evet, öldürülen kimse, eceli geldiği için ölür. Fekat, bunu öldüren de, cezâsını görür.

Kur’ân-ı kerîmi, mevlidi ve ezânı mûsikî ile, tegannî ederek okumak da, ma’nâsını bozuyor ve zararlı oluyor. Meselâ, (Allahü ekber), Allahü teâlâ büyükdür, demekdir. Sesi uzatarak, meselâ (Aaaallahü ekber), şeklinde okunursa, Allah, acabâ büyük müdür? demek olur ki, böyle söyliyenlerin kâfir olacağı meydândadır.

Bütün fıkh kitâblarında ve meselâ, (Halebî-yi sagîr)in sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, ikiyüzelliikinci sahîfesinde: (Kur’ân-ı kerîmi nağme ile, ya’nî sesi mûsikî perdelerine uydurarak okumak, harfleri bozmaz ise, âlimler mekrûh demişdir. Zîrâ fâsıkların nağmelerine teşebbühdür. Eğer harfler değişir ise, harâmdır. Okuması mekrûh olan birşeyi dinlemek de mekrûhdur. Okuması harâm olan şeyi, dinlemek de harâmdır. Kur’ân-ı kerîmi tegannî ile okuyan hâfızlara emr-i ma’rûf yapmak vâcibdir. İnâdlarına, düşmanlıklarına sebeb olacak ise, bunları dinlememeli, orayı terk etmelidir) demekdedir. (Halebî)nin ikiyüzdoksanyedinci sahîfesinde, (Tegannî ile okuyan bir imâm arkasında kılınan nemâzın i’âdesi, tekrâr kılınması lâzımdır). Başka bir sahîfesinde, (İş görenler ve yatanlar arasında, yüksek sesle Kur’ân-ı kerîm okunursa, okuyan günâha girer) yazılıdır.

(Halebî-yi kebîr)de, dörtyüzdoksanaltıncı sahîfesinde diyor ki, (Yan yatarak ayakları birbirine bitişdirip, Kur’ân-ı kerîmi, içinden ezbere okumak veyâ yürüyerek, iş görerek, hamâmda, kabr başında oturup okumak câizdir. Kitâb okuyan, yazan, iş yapan yanında Kur’ân-ı kerîm okumağa başlamak, onlar dinlemedikleri zemân günâh olur. Câmi’de veyâ başka yerde, birkaç kişinin, bir zemânda, yüksek sesle Kur’ân-ı kerîm okumaları tahrîmen mekrûhdur. Birinin okuyup, başkalarının sessizce dinlemeleri lâzımdır. İşi olanların dinlemesi farz olmaz. Kur’ân-ı kerîmi dinlemek, farz-ı kifâyedir ve okunmasından ve nâfile ibâdetlerden dahâ sevâbdır. Kadın, Kur’ân-ı kerîmi kadından öğrenmelidir. Yabancı erkeklerden, a’mâdan bile öğrenmemelidir). Kur’ân-ı kerîmi öğrendikden sonra, unutmanın günâh olduğu, (Berîka)da ve (Hadîka)da yazılıdır. (Hulâsa-tül-fetâvâ) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (İş görürken ve yürürken, kalbi ile düşünerek, Kur’ân-ı kerîm okumak câizdir).

Kur’ân-ı kerîmi doğru, güzel okumak için, mûsikî öğrenmeğe lüzûm yokdur. Tecvîd ilmini öğrenmeğe lüzûm vardır. Âlimlerin çoğuna göre, Tecvîd ilminde, harflerin ağızdaki yerleri, medler, harflerin uzatma mikdârları ve dahâ birçok şeyler öğrenmeden okunan Kur’ân-ı kerîm, doğru olmaz ve ezân ve nemâz sahîh olmaz. İkinci kısm, birinci maddeye bakınız!

(Halebî-yi sagîr) kitâbında, tilâvet secdesi kısmından birkaç satır önce, buyuruyor ki, (Kur’ân-ı kerîmi okunamıyacak kadar küçük harflerle yazmak, böyle küçük Kur’ân-ı kerîm almak günâhdır. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi okumak, dinlemek, içindekileri, öğrenip yapmak için gönderdi. Kur’ân-ı kerîmi okunamıyacak kadar küçük yazmak, ona hakâret etmek olur. Halîfe Ömer “radıyallahü anh”, böyle küçük yazan birisini cezâlandırmışdır). Böyle mushafları almak, taşımak, hıristiyanların putları gibi, altın mahfaza içinde boyuna takmak, fâidesizdir ve çok günâhdır.

Âyet-i kerîmeleri ve Allahü teâlânın ismlerini, yerde serili şeyler ve seccâdeler üzerine yazmanın [Kâ’be-i muazzamanın resmini koymak da böyledir] tahrîmen mekrûh olduğu (Halebî)de yazılıdır. Paralar üzerine yazmanın mekrûh olduğu (İmdâd)ın Tahtâvî hâşiyesinde yazılıdır. Büyük âlim, seyyid Abdülhakîm efendi “kuddise sirruh”, bir mektûbunda buyuruyor ki; Eshâb-ı kirâm ve Tâbi’în-i ızâm “aleyhimürrıdvân” zemânlarında, paralar üzerine mubârek kelimeler yazılmadı. Çünki, para, alış veriş vâsıtası olduğundan, muhterem değildir, hakîrdir. Üzerlerine resm koymak câiz olur. Ehl-i sünnet olmıyan hükûmetler, meselâ Fâtımîler, Resûlîler gibi, mu’tezile mezhebinde olup, müslimân ismini taşıyan, fekat islâmiyyete uymıyan hükümdârlar, para üzerine âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf yazmışlardır. Milleti kandırmak, müslimân görünmek için yapdıkları hîlelerden biri de bu idi. Din âlimleri [ya’nî Fükahâ-ı ızâm], muhterem kelimeleri, paralara değil, mezâr taşlarına bile yazmağa izn vermemişdir. Böyle paraları abdestsiz tutmak mekrûh olduğu, (Fetâvâ-yi Hindiyye)de yazılıdır. Harâb olmuş mıshafı gömmek veyâ yakmak lâzım geldiği (Şir’a-tül-islâm) şerhinde yazılıdır.

İbâdetleri, hoşa gidecek şekle değişdirmek olamaz. İnsanların beğendiği ibâdeti, Allahü teâlâ da beğenir zan etmek, pek yanlışdır. Böyle olsaydı, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” gönderilmesine lüzûm yokdu. Herkes, hoşuna gitdiği gibi ibâdet eder, Allahü teâlâ da, onu beğenirdi. Hâlbuki, ibâdetlerin kabûl olması için insanların hoşuna gitmesi, dinleyicilerin çok olması değil, insanların aklı ermese, fâidelerini anlamasalar bile, islâmiyyete uygun olması lâzımdır.

Bu yazımız, dîni dünyâ kazanclarına âlet edenlerin hoşuna gitmiyebilir. Onlar için değil, hakîkati öğrenmek istiyenler için yazıyoruz.

Süâl: Radyo dinlemek ve televizyon seyr etmek günâh mıdır?

Cevâb: Bu süâl, sinemaya gitmek günâh mı demeğe benziyor. Bu iki süâli birlikde cevâblandıralım:

Süâl: Sinemaya gitmek günâh mıdır?

Cevâb: Radyo, sinema, televizyon neşr vâsıtasıdır. Kitâb, gazete, mecmû’a gibidir. Bunlar, tabanca gibi, bir vâsıta, bir âletdir. Tabancayı, bir kabâhatsiz, günâhsız, zararsız kimseye karşı kullanmak günâhdır. Muharebede, düşmana karşı kullanmak ise, çok sevâbdır. Görülüyor ki, tabanca kullanmak, hep günâhdır demek veyâ her zemân sevâbdır diye kesdirip atmak, doğru değildir.

Bunun gibi, radyo ve filmler, iyi insanlar tarafından hâzırlanır, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri bildirir, islâmiyyetin fâidelerini, ahlâk, ticâret, san’at, fabrikaların çalışması, târîh olayları, askerlik gibi din ve dünyâ bilgileri verirse, böyle radyoyu dinlemek, böyle filmleri ve televizyonları görmek günâh olmaz, mubâh olur. Fâideli kitâb ve mecmû’a okumak gibi, her müslimâna lâzım olur. [Birinci kısmda, 68. ci maddenin 3. cü sahîfesine bakınız!]

Fekat bunlar, din düşmanları, ahlâksızlar tarafından hâzırlanır, harâm, çirkin, şarkılar, çalgılar bulunursa ve zararlı şeylerin propagandası yapılırsa, böyle radyoları dinlemek, televizyonları görmek ve böyle film gösterilen sinemalara gitmek câiz olmaz. Böyle olan gazete ve kitâbları, romanları okumak gibi, harâm olur.

(Hadîka) ve (Berîka)nın sonlarında diyor ki, (Def, tanbur ve her nev’ çalgıyı evinde, dükkânında bulundurmak, kendisi kullanmasa bile, satmak, hediyye, âriyet, kirâya vermek günâhdır). Mubâh ile günâh karışık olursa ve radyoda, televizyonda, filmde veyâ bunların görüldüğü, dinlenildiği yerde, harâm şeyler varsa, günâha girmemek için mubâhı, hattâ sevâbı terk etmek lâzım olur. Nitekim, mü’minin da’vetine gitmek sünnet olduğu hâlde, harâm bulunan da’vete gitmemeli, harâmdan, mekrûhdan sakınmak için sünneti terk etmelidir.

(Ahlâk-ı alâ’î) kitâbında diyor ki, (Şi’r, veznli söze denir. Lahn ve nağme bulunmıyan güzel sesi dinlemek mutlaka mubâhdır. Sıkıntı gidermek için, nağme ile, kendi kendine okumak câiz diyenler vardır. Fekat, başkalarını eğlendirmek veyâ para kazanmak için okumak harâmdır. Nağme, ya’nî veznli ses üçdür:

1 — İnsan sesi. Yukarıda uzun bildirdik.

2 — Hayvan sesi. Kuşların ötmesi gibi. Bunları dinlemek, mutlaka halâldir.

3 — Cansızlardan [bütün çalgılardan] vurmak, üflemek, sürtmekle çıkarılan sesleri dinlemek, mutlaka harâmdır. Suyun akması, dalgaların çarpması, rüzgâr, yaprak seslerini dinlemek günâh değildir. Bunları dinlemek fâidelidir. Sıkıntıyı giderir).

(Eşi’at-ül-leme’ât) hadîs kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Beyân ve Şi’r) bâbında diyor ki, Âişe “radıyallahü anhâ’nın bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Şi’r, iyisi iyi olan, çirkini çirkin olan sözdür) buyuruldu. Ya’nî, vezn ve kâfiye, bir sözü çirkinleşdirmez. Şi’ri çirkin yapan, ma’nâsıdır.

(Hadîka) kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Harâm karışmamış olan tegannî, sâlih insanın temiz kalbine, rûhuna tatlı geldiği gibi, harâm karışmış olan müzik de, fâsıkların nefslerine tatlı gelir). Onlar, bunların, bunlar da onların müziklerinden zevk almazlar, sıkılırlar. Çünki kalbe, rûha lezzet veren şey, nefse sıkıntı verir. Nefse tatlı gelen şey, temiz kalblere sıkıntı verir. Bunun içindir ki, kâfirlerin, fâsıkların Cennet hayâtı yaşadıkları yerler, müslimânlara, sâlihlere zındân olur. (Dünyâ, [ya’nî harâmların bulunduğu yerler, fısk meclisleri] mü’mine zındân, kâfire ise Cennetdir) hadîsi değişmez bir hakîkatdir. Bu hakîkati gözönüne alarak, herkes kendi kalbinin nasıl olduğunu kolayca anlıyabilir. Çok kimsenin nefsi, küfr alâmetlerini kullanmakla ve harâmları işlemekle kuvvet bulup, kalbi ve rûhu örtdüğünden, nağme nefse te’sîr edip azdırmakdadır. Rûhun, kalbin sıfatları mağlûb olduğundan, müteessir olmamakdadırlar. Nefsin duyduğu lezzet, kalbin, rûhun lezzeti sanılmakdadır. Nağmeden ba’zı hayvanlar da lezzet almakdadır.

Sûre-i Lokmandaki (Lehvelhadîs) âyet-i kerîmesinin, mûsikînin men’i için olduğunu, tefsîrler meselâ, (Tefsîr-i medârik) bildirmekdedir. Fârisî (Mevâhib-i aliyye) ismindeki tefsîrde, bu âyet-i kerîme şöyle tefsîr ediliyor: (Ba’zı insanlar, dedikodu yaparak, yalan hikâyeler, romanlar söyliyerek ve yazarak ve para ile şarkıcı kadınlar tutup herkese ses nağmeleri dinleterek, Kur’ân-ı kerîm dinlemelerine, farzları, harâmları okuyup öğrenmelerine ve nemâz kılmalarına mâni’ olmağa, ya’nî gençleri islâmiyyetden uzaklaşdırmağa çalışıyor ve müslimânlarla ve Allahü teâlânın emrleri ile, alay ediyorlar. İslâmiyyete gerilik, müslimânlara da, anormal insan, ibtidâî, örümcek kafalı, hasta adam ve gerici gibi ismler takıyorlar. Bunlara, Allahü teâlânın emrleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin sözleri söylenince, kendilerine bir süs vererek, kibrle, gurûrla yüzlerini çevirerek, bu söylenenleri hiç duymuyormuş gibi aldırış etmezler. Onlara Cehennem ateşini, çok acı azâbları müjdele!). Bu tefsîr, türkçeye terceme edilmiş ve (Mevâkib tefsîri) ismi verilmişdir. (Dürr-ül-müntekâ) kitâbında buyuruyor ki, (Kur’ân-ı kerîmi ve ezânı tegannî ile okumak ve dinlemek harâmdır. Burhâneddîn-i Mergınânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurdu ki, Kur’ân-ı kerîmi tegannî ile okuyan hâfıza, ne güzel okudun diyen kimsenin îmânı gider. Tecdîd-i îmân ve tecdîd-i nikâh etmesi lâzım gelir. Kuhistânî hazretleri de, böyle yazmakdadır. Kasîdeleri, ilâhîleri tegannî ile okuyarak, bunları dinliyerek vecde geliyoruz, kendimizden geçiyoruz diyenlerin sözleri doğru değildir. Dînimizde böyle birşey yokdur. Tekkelerde yapılan rakslar, tegannî ile okunan şeyler [ilâhîler, mevlidler] harâmdır. Buralara gidip oturmak, dinlemek câiz değildir. Tesavvuf büyükleri, böyle şeyler yapmadı. Bunlar sonradan uyduruldu. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” şi’r dinlemişdir. Fekat bu, şarkı, nağme dinlemeğe izn değildir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” şarkı dinleyip vecde geldi diyenler, yalan söyliyor). [Harâm olan tegannî, mûsikî perdelerine uyarak okumakdır. Sünnet olan tegannî, tecvîde uyarak okumakdır.] Raks ve simâ’ hakkında (Ukûd-üd-dürriyye) sonunda geniş bilgi vardır.

(Dürr-ül-muhtâr) beşinci cild, ikiyüzyetmişinci sahîfede diyor ki, (Kur’ân-ı kerîm okurken, harf eklemiyecek, kelimeyi bozmıyacak şeklde tegannî etmek câiz ve güzeldir. Aksi takdîrde harâmdır. Böyle tegannî edene, ne güzel okudun demekde küfr korkusu vardır). İbni Âbidîn, şerh ederken buyuruyor ki, (Tegannî eden hâfıza, ne güzel okudun diyen kimse kâfir olur demişlerdir. Çünki, dört mezhebde de harâm olan birşeye, güzel diyen kâfir olur. Fekat, Kur’ân-ı kerîmin harflerini, kelimelerini değişdirdiği için, güzel okudun diyen kâfir olur. Yoksa, sesi, sadâsı, Kur’ân-ı kerîmi okuması güzel demek istiyen, elbette kâfir olmaz). Böyle kimse, bu hâfızın tegannî etmiyerek okuduğundan da zevk alır ve güzel okudu der. Bununla berâber, tegannî eden hâfızı dinlememelidir. Okuması da, dinlemesi de harâmdır. (Hadîka)da, dil âfetlerini anlatırken buyuruyor ki, (Kur’ân-ı kerîmi mûsikî perdelerine göre okuyarak hareke veyâ medleri değişdirmek ve bunu dinlemek harâmdır. Kur’ân-ı kerîmi tegannî ile süslemek demek, tecvîde uygun okumak demekdir).

(Kimyâ-yı se’âdet)  kitâbı, ikiyüzaltmışaltıncı sahîfesinde, çocuk terbiyesini anlatırken, (Çocuklara kadın, kız, aşk bulunan şi’rleri okutmamalı, böyle şi’rler rûhun gıdâsıdır diyen öğretmene göndermemelidir. Talebesine böyle söyliyen, [ve seks bilgileri veren öğretmen], üstâd değil, şeytândır. Çocuğun kalbini bozmakdadır) buyuruyor. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (Gınâ kalbi karartır) buyurdu. Ya’nî insan sesi ile tegannî ve çalgılar kalbi karartır. [Bu hadîs-i şerîfi, İbni Âbidîn, beşinci cild, ikiyüzyirmiikinci sahîfede, îzâh etmekdedir.] Mûsikîye özenmemeli, hâsıl etdiği lezzete aldanmamalıdır. Bundan rûh değil, Allahü teâlânın düşmânı olan nefs lezzet almakdadır. Zevallı rûh, nefsin elinde esîr olduğundan, kendi lezzeti sanmakdadır. [Üçüncü kısm, otuzbeşinci maddeyi okuyunuz!]. Mûsikînin tadı, zehrli bala, şekerlenmiş, yaldızlanmış necâsete [pisliğe] benzer.

Mûsikînin harâm ve zararlı olduğunu bildirmekden maksadımız, buna tutulmuş olan binlerce insanı fâsık ve günâhlı olmakla lekelemek değildir. Şunu bildirmek isterim ki, bu satırları yazanın günâhları, okuyucularınınkinden katkat ziyâdedir. Ma’sûm, günâhsız olan, ancak Peygamberlerdir “aleyhimüsselâm”. Yayılmış olan günâhları bilmemek de, ayrıca günâhdır. Sözbirliği ile bildirilen harâmları, halâl sanarak, sıkılmadan işliyen kâfir olur. Günâhlarımızın çokluğunu düşünerek, Rabbimize karşı, her zemân mahcûb, boynu bükük olmalıyız. Hergün tevbe etmeliyiz!

Allahü teâlânın aşkı ile dolmuş, Evliyânın büyüklerinden olan, Celâleddîn-i Rûmî “kuddise sirruh”, ney ve başka hiçbir çalgı çalmadı. Mûsikî dinlemedi ve raks etmedi. Ya’nî dans etmedi. Kırkyedibinden ziyâde beyti ile dünyâya nûr saçan (Mesnevî)sine, her memleketde, birçok dillerde şerhler, açıklamalar yapılmışdır. Bunlardan pek kıymetlisi ve lezzetlisi, mevlânâ Câmînin kitâbı olup, bunu da, birçok kimse, ayrıca şerh etmişdir. Bunların içinde de, Süleymân Neş’et efendinin şerhinden ellialtı sahîfesi, yalnız dört beytin şerhi olup, sultân Abdülmecîd hân zemânında, [1263] de matba’a-i Âmirede tab’ edilmişdir. Bu kitâbda, mevlânâ Câmî “kuddise sirruh” buyuruyor ki: (Mesnevînin birinci beytinde, [Dinle neyden, nasıl anlatıyor-ayrılıklardan şikâyet ediyor] ney, islâm dîninde yetişen kâmil, yüksek insan demekdir. Bunlar, kendilerini ve herşeyi unutmuşdur. Zihnleri, her ân, Allahü teâlânın rızâsını aramakdadır. Ney, fârisî dilinde, yok demekdir. Bunlar da, kendi varlıklarından yok olmuşdur. Ney denilen çalgı, içi boş bir çubuk olup, bundan çıkan her ses, onu çalan kimseden hâsıl olmakdadır. O büyükler de, kendi varlıklarından boşalıp, kendilerinden, Allahü teâlânın ahlâkı, sıfatları ve kemâlâtı zâhir olmakdadır. Neyin üçüncü ma’nâsı, kamış kalem demekdir ki, bundan da, insan-ı kâmil kasd edilmekdedir. Kalemin hareketi ve yazması kendinden olmadığı gibi, kâmil insanın hareketleri ve sözleri de, hep Allahü teâlânın ilhâmı iledir). Sultân İkinci Abdülhamîd hân zemânında Ankara vâlîsi olan Âbidîn Pâşa “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Mesnevî şerhi)nde, neyin insan-ı kâmil olduğunu, dokuz dürlü isbât etmekdedir.

Mevlevî şeyhleri de, âlim, sâlih zevât idi. Bunlardan Osmân efendi, (Tezkiye-i Ehl-i beyt) kitâbında, râfizîlerin (Hüsniyye) kitâbına vesîkalarla cevâb vererek, islâmiyyete büyük hizmet etmişdir. Sonraları, ba’zı câhiller, neyi çalgı sanarak, ney, dümbelek gibi, şeyler çalmağa, dans etmeğe başladılar. Oyun âletleri, o tesavvuf üstâdının türbesine konuldu. (Mesnevî şerhleri)ni okuyarak, o hakîkat güneşini yakından tanıyanlar, elbette aldanmaz.

Celâleddîn-i Rûmî “kuddise sirruh”, yüksek sesle zikr bile yapmazdı. Nitekim (Mesnevî)sinde:

Pes zi cân kün, vasl-ı cânânrâ taleb,
bî leb-ü bî gâm mîgû, nâm-ı Rab!

buyuruyor ki, (O hâlde, sevgiliye kavuşmağı, cân-u gönülden iste. Dudağını ve damağını oynatmadan, Rabbin ismini [kalbinden] söyle!) demekdir. Sonradan gelen din câhilleri, ney, saz, def gibi çalgılar çalarak, gazel okuyup dönerek, dans ederek, nefslerini zevklendirmişlerdir. Bu günâhlara ibâdet adını verebilmek ve kendilerini din adamı tanıtabilmek için, Mevlânâ da böyle çalar ve oynardı. Biz mevlevîyiz, onun yolunda gidiyoruz diyerek, yalan söylemişlerdir.

Zâhir ilmlerinde mütehassıs, tesavvuf derecelerinde çok yüksek olan, derin âlim, büyük velî Abdüllah-ı Dehlevî, yetmişdördüncü mektûbunda buyuruyor ki, (Tegannî, hazîn ses ve Allah sevgisini anlatan şi’rler ve Evliyâ-yı kirâmın hayâtını bildiren kasîdeler, kalbdeki bağlılığı harekete getirir. Hafîf sesle zikr etmek ve islâmiyyetin yasak etmediği şi’rleri dinlemek, Çeştiyye yolunda olanların kalblerini inceltir). Seksenbeşinci mektûbda buyuruyor ki, (Tesavvuf büyükleri güzel ses dinlediler. Fekat, çalgı ile değil idi. Oğlanlar ve kızlar yanında değil idi. Fâsıklar arasında değil idi. Çeştiyye yolunun büyüklerinden Sultân-ül-meşâyıh Nizâm-üddîn-i Evliyâ hazretleri güzel ses dinlerdi. Fekat hiçbir zemân, hiçbir çalgı dinlemediği, (Fevâid-ül-füâd) ve (Siyer-ül-evliyâ) kitâblarında yazılıdır. (Simâ’), ya’nî güzel ses dinlemek, Evliyânın kalbindeki kabz [sıkıntı] hâlini bast [râhatlık] hâline çevirmek içindir. Gâfillerin güzel ses dinlemeleri, fıska yol açar. Hiçbir çalgı halâl değildir. Sekr hâlinde iken, câiz diyenler oldu ise de, bunlar ma’zûrdur. Bunları ileri sürerek câiz dememelidir. İslâmiyyete uygun şartları gözeterek, sesle zikr câiz ise de, sessiz zikr efdaldir. Ud, keman, saz, ney ve her çalgıyı ve gâfillerin şarkılarını dinlemek ve raks [dans] yapmak ve seyr etmek câiz değildir). Doksandokuzuncu mektûbda buyuruyor ki, (Kalbdeki kabzı, bulanıklığı gidermek için, güzel sesle, tecvîde uyarak okunan Kur’ân-ı kerîmi dinlemelidir. Eshâb-ı kirâm böyle yapardı. Kasîde ve şi’r dinlemezlerdi. Şarkı ve çalgı dinlemek ve yüksek sesle zikr yapmak, sonradan meydâna çıkdı. Ebül-Hasen-i Şâzilî ve Hammâd-i Debbâs gibi tesavvuf büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehümâ” şiddetle inkâr etdiler. Abdülhak-ı Dehlevî “rahmetullahi aleyhim”, bunu uzun bildirmekdedir. Çalgısız olarak ve fâsıklar ve gâfiller arasında olmıyarak, Allah sevgisini anlatan şi’rleri dinliyen büyükler de vardı. Behâüddîn-i Buhârî hazretlerinin yanına ney ve saz getirdiklerinde, biz bunları dinlemeyiz. Dinliyen tesavvufcuları da inkâr etmeyiz buyurdu. Çünki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hiç dinlememişdir. Tarîkat-i müceddidiyyede, tegannî dinlemenin kalbe te’sîri yokdur. Kur’ân-ı kerîm dinlemek, safâ vermekde ve huzûru artdırmakdadır. Nağme ve saz dinlemek kalb seyrinde olanlara zevk verir. Hafîf sesle ve hazîn tegannî ile zikr, zevkı ve şevkı artdırır. İrâde ve ihtiyâr ile olmadan, derd ve hüzn ile içden gelen yüksek sesle zikr etmek yasak değildir. Fekat her zemân yapmamalıdır).

(Eşi’at-ül-leme’ât)da, (Beyân ve Şi’r) bâbında diyor ki, Tâbi’înin büyüklerinden Nâfi’ buyurdu ki, Abdüllah bin Ömer “radıyallahü anhümâ” ile berâber gidiyorduk. Ney sesi işitdik. Abdüllah, kulaklarını parmakları ile kapadı. Oradan hızla uzaklaşdık. Ney sesi dahâ işitiliyor mu, dedi. Hayır işitilmiyor dedim. Parmaklarını kulaklarından ayırdı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de böyle yapmışdı dedi. Nâfi’, sonra dedi ki, ben o zemân çocuk idim. Bundan anlaşılıyor ki, Nâfi’a kulaklarını kapamasını emr etmemesi, çocuk olduğu için idi. Yoksa, ney sesi dinlemek tahrîmen mekrûh olmayıp tenzîhen mekrûh olduğu için, Abdüllah vera’ ve takvâsı sebebi ile kulaklarını kapatdı demek doğru değildir. Nâfi’, böyle yanlış anlaşılmaması için, çocuk olduğunu bildirdi. (Eşi’at-ül-leme’ât)dan terceme temâm oldu.

Sultân Üçüncü Muhammed hân “rahimehullahü teâlâ” zemânında yaşamış olan Itrî efendi, bir din âlimi değildi. Meşhûr Beethoven gibi, bir mûsikî üstâdı idi. İslâm tekbîrini, segâh makâmına bestelemekle, islâmiyyete bir hizmet yapmamış, dîne bir bid’at karışdırmışdır. Müzik perdelerine uydurmak için, kelimeler değişdirilmekde, ma’nâları bozulmakdadır. İnsanlar, nağmenin kulaklara ve nefse olan te’sîrine kapılıp, tekbîrin ma’nâsı ve kalbe ve rûha olan te’sîri gayb olmuşdur. Kur’ân-ı kerîm ve mevlidler de, böyle mûsikî ile okununca, kelimeler bozularak ma’nâları değişiyor. Te’sîri ve sevâbı kalmıyor. Kur’ân-ı kerîmi güzel ses ile ve tecvîd ile okumalıdır. Bu vakt te’sîri ve sevâbı çok olur.

(Berîka) kitâbında, dil âfetlerinin onyedincisi olarak gınâ, ya’nî tegannî uzun anlatılmakdadır. Şeyh-ul-islâm Ebüssü’ûd efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” fetvâsı da yazılıdır. Bu fetvâda halâl ve harâm olan tegannîler bildirilmekdedir. Çalgılar hakkında hiçbirşey yazılı değildir. Ney ve çalgı çalanların bu fetvâyı ileri sürmeleri, Ebüssü’ûd efendiye iftirâ olmakdadır.

(İbni Âbidîn) dördüncü cildde, şâhidliği kabûl edilmiyenleri anlatırken buyuruyor ki, (Eğlence için ve para kazanmak için başkalarına şarkı söylemek, sözbirliği ile harâmdır. Çalgı çalarak dans etmek büyük günâhdır. Sıkıntısını gidermek için kendi kendine şarkı söylemek günâh değildir. Va’z ve hikmet bulunan şi’r dinlemek câizdir. Çalgı olarak, yalnız kadınların düğünlerde def çalması câizdir). Fekat, erkek kadın bir arada bulunmamalıdır. Tegannî ve çalgı hakkında (Mevâhib-i ledünniyye) ikinci kısm sonunda geniş bilgi vardır. (Hadîka)da, kulak âfetlerini anlatırken buyuruyor ki, (Fısk, içki meclislerinde ve kızları oynatarak çalgı çalmak ve bunu dinlemek harâmdır. Hadîs-i şerîfde yasak edilen, böyle çalınan çalgılardır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” çobanın kavalını işitince, parmakları ile mubârek kulaklarını kapadı ise de, yanında bulunan Abdüllah bin Ömere kulaklarını kapamasını emr etmedi. Bu da, geçerken duymanın harâm olmadığını göstermekdedir). El âfetlerini bildirirken buyuruyor ki, (Çalgıyı, içki, oyun ve kadın bulunan yerlerde keyf için çalmak harâmdır. Düğünlerde def çalmak hadîs-i şerîfde emr edildi. Bu emrin erkeklere de şâmil olması esahdır. [Fekat, İbni Âbidînin yukarıdaki men’ eden yazısı tercih olunur.] Harbde, hac yolunda ve askerlikde davul ve benzeri âletleri çalmak câizdir). Mekteblerde, millî ve siyâsî toplantılarda ve bayramlarda bando, müzika çalmak câiz olduğu buradan anlaşılmakdadır.

İmâm-ı Zehebînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Tıbb-ün-nebevî) kitâbının ve İbni Âbidînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Ukûd-üd-dürriyye) fetvâ kitâbının sonlarında, tegannînin harâm olan ve câiz olan kısmları arabî olarak uzun anlatılmakdadır. Bu kitâblardan birincisi, (Teshîl-ül-menâfi’) kitâbının kenârında olarak, ikincisinin yalnız tegannîyi anlatan yazıları, (El-Habl-ül-metin fî-ittibâ’is-selefis-sâlihîn) kitâbının sonuna ek olarak, İstanbulda, Hakîkat Kitâbevi tarafından basdırılmışdır.

 

Izdırâb dolu, rü’yâdır bu hayât,
doğmuşuz ölmek üzere, değil mi?
Zevk ile geçerse de, birkaç sâ’at,
derd kovalar, zevklerin herbirini!

Gideriz her an, cehil ve gafletle,
ölüm denizi dibine hasretle.
Dürlü mihnetle ve bin meşakkatle,
mahvu perişân eder dünyâ bizi.

Biz ise seyr eyleyip, bu bünyâdı,
ararız halkı için, nedir bâdî.
Hâlıkı, halkı ve sırr-ı îcâdı,
bilmek isteriz Hakkın hikmetini.

Fekat, Hakkın koyduğu sırrın halli,
kulun aklı ile olamaz, bes belli.
İnsâna acz ve gaflet ve cehli,
etdirirler sehv içinde sehvi.