|
29 — MÜSLİMÂNLAR NİÇİN GERİ KALDI? Târîhin her devrinde, dürlü kanı taşıyan, dürlü dil konuşan, başka başka âdet ve an’anelere bağlı olan milyonlarca insanın, aralarındaki farkları bırakarak, bir inanç veyâ fikr etrâfında toplanıp, birer imperatorluk kurduklarını görüyoruz. Böyle kurulan imperatorluk veyâ devletlerin en büyüğüne, en güzeline orta çağda rastlıyoruz. Hiç bozulmamış, değişdirilmemiş biricik din olan islâm dîninin güzel ahlâkı ile bezenmiş, birbirlerini seven, yardımlaşan, çeşidli ırklardan, büyük insan topluluklarının, birleşdiklerini biliyoruz. Bu topluluğu ayakda tutan temel, Hak teâlânın emr etdiği çalışkanlık, adâlet, iyilik, saygı gibi din esâsları idi. Osmânlı türklerini, Sakarya kenârından, kısa bir zemânda, Viyana kapılarına götüren kuvvet, Sultân Osmânın ve çocuklarının sımsıkı sarıldıkları islâm dîninin, rûhu ve bedeni tekâmül etdiren ışıklı yolu idi. Çünki, islâmiyyetde müslimânlar birbirinin kardeşidir. Hıristiyan Avrupanın tek kal’ası Fransa kapılarını zorlamağa giden Attilâ [Hicretden (168) yıl önce öldü] idâresindeki Tûran Hunları, herhangibir hak dîne mensub olsalardı ve oralara bu hak dînin ahlâkını, rûhunu götürmüş olsalardı, hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” ordusundaki adâlete, şefkate hayrân olup, seve seve müslimân olan Şâm hıristiyanları gibi, papasların baskısından, kralların işkencesinden usanmış olan batı hıristiyanları da, onlara âğuşlarını açmaz mı idi ve bu günkü Avrupanın din çehresi ne olurdu? Emevîler, islâm dînini, İspanyadan, Avrupaya sokdu. Fas, Kurtuba ve Gırnata üniversitelerini kurup, batıya ilm ve fen ışıklarını saldı. Hıristiyanlık âlemini uyandırıp, bugünkü müsbet ilerlemenin temelini koydu. Dünyâ yüzündeki ilk üniversitenin, Fasın Fez şehrinde bulunan Keyruvân üniversitesi olduğu bütün ansiklopedilerde yazılıdır. Bu üniversite 244 [m. 859] yılında kurulmuşdur. (Kâmûs-ül-a’lâm)da diyor ki, (Endülüs sultânı üçüncü Abdürrahmân “rahmetullahi teâlâ aleyh”, memleketini genişletdi. Kuvvetlendirdi. Fasda hükûmet süren İdrîsîleri, Fâtımîlere karşı destekledi. Bunları hükmü altına aldı. Mükemmel donanma da yapdı. Kendisi ve adamları ilm ve edeb sâhibi idiler. Âlimlere ve ilme çok kıymet verirdi. Bunun için, Endülüsde ilm ve fen çok ilerledi. Serâyı ve devlet dâireleri birer ilm kaynağı oldu. Her memleketden ilm öğrenmek için Kurtubaya akın akın toplandılar. Kurtubada büyük ve mükemmel bir tıb fakültesi kurdu. Avrupada ilk yapılan tıb fakültesi budur. Avrupa kralları ve devlet adamları, tedâvî için Kurtubaya gelir, gördükleri medeniyyete, güzel ahlâka, müsâfirperverliğe hayrân kalırlardı. Altıyüzbin kitâb bulunan bir kütübhâne de yapdırdı. Kurtubadan üç sâatlik mesâfedeki (Vâdi-yül-kebîr) kenârında, (Ezzehrâ) isminde pek büyük ve ince san’atlarla dolu bir serây ile mükemmel bağçeler ve büyük bir câmi’ yapdırdı. Kurtubada çok sayıda derin âlimler yetişdi. Endülüsdeki (Benî Ümeyye) halîfelerinin sekizincisi olan Abdürrahmân-ı sâlis, elli sene adâlet ile hükm sürüp, 350 [m. 961] senesinde yetmiş iki yaşında vefât etdi). Fekat sonra, islâm ahlâkını, Allahü teâlânın emrlerini bırakdıklarından, hattâ Ehl-i sünnet i’tikâdını bozarak, islâmiyyeti içerden yıkmak alçaklığı başladığından, Pirene dağlarını aşamadılar. 423 [m. 1031] de Ümeyye devleti çökdü. Bunlardan sonra Endülüse, önce (Mülessimîn) veyâ (Murâbitîn) denilen devlet, bundan sonra da, (Muvahhidîn) devleti hâkim oldu. Fekat İspanyollar, 897 [m. 1492] de, Gırnata şehrini de alıp müslimânları öldürdüler. Sözde müslimân olup da, Allahü teâlânın emrlerine uymamanın cezâsını buldular. İspanya fâci’ası olmasaydı, felsefeci İbnürrüşdün ve İbni Hazmın bozuk fikrleri, belki din ve îmân hâlini alıp dünyâya yayılacak, bugünkü hazîn levha, yüzlerce sene önce meydâna çıkacakdı. O hâlde, beşeriyyeti ızdırâbdan, felâketden kurtaran, Fâtımîler, Resûlîler gibi, islâm ismini taşıyan, îmânı ve ameli bozuk devletler değil, Emevîler, Tîmûr oğulları ve Osmânlılar gibi, Ehl-i sünnet olan ve dînine sarılan milletler olmuşdur. Bunlar, islâm ilmlerinin din ve fen kollarında insanlığa ışık tutdular. Fekat, ne yazık ki, sonraları, bunlarda da islâmiyyet gevşemeğe başladı. Devlet reîslerini şehîd etdiler. Birçok işletmeler, din câhillerinin, mason uşaklarının baskısı altında kaldı. Allahü teâlânın emr etdiği gibi sevişmeği, çalışmağı bırakdılar. Masonlar, müslimânların geri kalması için, medreselerden fen derslerini kaldırdı. Din adamları, fensiz, bilgisiz yetişdirilerek, islâmiyyeti içden yıkmağa başladılar. Bir tarafdan, ilm, fen yok edildi. Bir tarafdan da, ahlâk, edeb, hayâ ve din bozuldu. İmperatorluk çökdü. Hâlbuki, islâmiyyet, tecribî ilmleri, fenni, san’ati, endüstriyi, ehemmiyyet ile emr etmekdedir. İşte bu devletlerde de din mütehassıslarının bildirdiği belli sebeblerden dolayı, i’tikâd bozulup, islâmiyyete bağlılık gevşedikçe, duraklama, gerileme başladı. Nihâyet yok oldular. (Eş-şer’u tahtesseyf) hadîs-i şerîfinin haber verdiği gibi, islâm güneşi batarak yeryüzü bugünkü hâlini aldı. Attilânın büyük imperatorluğu da, islâm dîni geldikden sonra olsaydı ve islâm dîninin getirdiği adâlet duygusu ile bezenmiş olsaydı, onun ölümünden kısa bir zemân sonra, parçalanmaz, yıkılıp gitmezdi. Büyük Selçuklu hükümdârı Muhammed Alb Arslanın “rahmetullahi teâlâ aleyh” [463] hicrî ve [1071] mîlâdî yılında, Malazgirdde rum imperatoru Diojen idâresindeki ikiyüzbinden ziyâde orduya karşı, kırkbin kahramân ile kazandığı zaferden sonra, Anadoluya gelip yerleşen ve batı türkleri diye anılan, biz oğuz türklerini, hıristiyan Avrupalılar, çok kerre, haçlı rûhu ile birleşerek, Anadoludan çıkarmak için saldırdıkları hâlde, yirminci asrda [14. cü hicrî asrda], büyük bir müslimân türk milleti hâlinde ayakda tutan, yaşatan en büyük kuvvetin, milletin kalbinde bulunan sağlam îmânı olduğunda kimin şübhesi vardır? Onbirinci asr [Hicrî beşinci asr] içinde, türklerin üç büyük dalga hâlinde, üç istikâmetde, yayılma hareketini biliyoruz: Birincisi, Gaznevî hükümdârları emrinde, Kalaç ve diğer türk boylarının, Hindistâna olan yayılmalarıdır ki, buralara islâm dînini ve medeniyyetini de götürdüler. Bugün Hindistânda yüzmilyonu aşan bir müslimân topluluğunun bulunması, bu istîlâ hareketinin bir netîcesidir. Osmânlı donanması 940 [m. 1533] de Hindistâna gitdi. Beş sene sonra Ciddeye avdet etdi. İkincisi, Oğuz türklerinin, Îrândan geçerek, Malazgird zaferinden sonra, Bizans elinde bulunan Anadoluyu istîlâsıdır. Oğuzlar da, islâm dîni ile müşerref olarak gelmiş idi. Bugün, aradan asrlar geçdiği hâlde, ancak müslimân olarak kalışları sâyesinde, yine Anadoluda oturuyor ve dünyâ siyâsetine karışıyor. Üçüncü istîlâ hareketi, Karadenizin şimâlinden, Balkanlara doğru oldu. İçlerinde bir kısm Oğuzlar da bulunan Peçenek ve Koman türkleri, Balkan yarımadasına yerleşdi. Ne yazık ki, bunlar islâm dîni ile şereflenmiyerek gelmişdi. Etrâflarını saran hıristiyan devletlerin tazyîki ile, kısa zemânda kendiliklerini unutdular. An’anelerini gayb etdiler. Eridiler, yok oldular. Hindistânda, Anadoluda ve başka yerlerde, bugün yaşamakda olan soydaşları gibi olamadılar. Bunlar niçin yaşıyamadı? Bunlardan kim ve ne kaldı? Bu, niçin böyle oldu? Görülüyor ki, Türk devletlerini ve milletlerini, ayakda tutan, yaşatan, büyük ve başlıca kuvvet, îmândır ve islâm dîninde, çok kuvvetli bulunan adâlet, iyilik ve doğruluk ve fedakârlık kudretidir. [Batının inanç, örf ve âdet, moda ve ahlâksızlıklarını taklîd etmek medeniyyet değildir. Müslimân milletin bünyesinde tahrîbât yapmakdır]. Osmânlı devletinde Rus sefîri olarak uzun seneler çalışan İgnatiyef, hâtıralarında, sultân ikinci Mahmûd hân zemânında, Fener Patrikhânesinin kapısında asılan, 1237 [m. 1821] Rum isyânının baş plânlayıcısı, Patrik Gregoryosun Rus Çarı Aleksandra yazdığı mektûbu açıklamakdadır. Mektûb ibret vericidir: “Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak gayr-i mümkindir. Çünki Türkler, müslimân oldukları için çok sabrlı ve mukâvemetli insanlardır. Gâyet mağrûrdurlar ve izzet-i îmân sâhibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rızâ göstermelerinden, an’anelerinin kuvvetinden, pâdişâhlarına [devlet adamlarına, kumandanlarına, büyüklerine] olan itâ’at duygularından gelmekdedir. Türkler zekîdirler ve kendilerini müsbet yolda sevk-u idâre edecek reîslere sâhib oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gâyet kanâ’atkârdırlar. Onların bütün meziyyetleri, hattâ kahramanlık ve şecâ’at duyguları da an’anelerine olan merbûtiyyetlerinden (bağlılıklarından), ahlâklarının salâbetinden gelmekdedir. Türklerde evvelâ itâ’at duygusunu kırmak ve ma’nevî râbıtalarını (bağlarını) kesr etmek (parçalamak), dînî metânetlerini (sağlamlığını) zâ’fa uğratmak (zayıflatmak) îcâb eder. Bunun da en kısa yolu, an’anât-i milliyye (millî geleneklerine) ve ma’neviyyelerine uymayan hâricî fikrler ve hareketlere alışdırmakdır. Ma’neviyyâtları sarsıldığı gün, Türklerin kendilerinden şeklen çok kudretli kalabalık ve zâhiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddî vâsıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkin olabilecekdir. Bu sebeble Osmânlı Devletini tasfiye için mücerred olarak harb meydânlarındaki zaferler kâfî değildir. Hattâ sâdece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyyet ve vekârını tahrîk edeceğinden, hakîkatlerine nüfûz edebileceklerine sebeb olabilir. Yapılacak olan, Türklere birşey his etdirmeden, bünyelerindeki tahrîbi temâmlamakdır.” Bu mektûb ders kitâblarında ezberletilecek kadar mühimdir. Mektûbda ibret alınacak çok şey varsa da, en önemlisi şu iki husûsdur: 1 — Türklerin ma’neviyyâtının ve dîninin yıkılması için, Türkleri yabancı fikr ve âdetlere alışdırmak, 2 — Türklere his etdirmeden bünyelerindeki tahrîbâtı temâmlamakdır. Bu hedeflere ise, Batının inanç, moda, örf ve âdet ve ahlâksızlıklarını, taklîd etdirmekle ulaşılır. Batının ilm, fen, teknik ve her sâhadaki fennî gelişmelerini almak elbette lâzımdır. Zâten islâmiyyet bunu emr eder. Yabancı dil öğrenmenin lâzım olduğunu hadîs-i şerîfler haber vermekdedir. Zeyd bin Sâbit “radıyallahü anh” diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bana yehûdî dilini öğrenmeği emr eyledi. Öğrendim. Yehûdîlere gönderilen mektûbların çoğunu bana yazdırırdı. Onlardan gelen mektûbları bana okuturdu). Bu haber, Tirmizîde uzun yazılıdır. Zeyd, böylece ibrânî ve süryânî lügatlarını öğrendi. Büyük islâm âlimi seyyid Abdülhakîm efendi, mükemmel arabî, fârisî konuşduğu hâlde, (Yabancı dil bilseydim, bütün dünyâya fâideli olurdum) derdi. Avrupa dillerini bilmediği için esef eder, çok üzülürdü. (İslâm dîninin üstünlüklerini, râhat ve huzûr kaynağı olduğunu ve medeniyyete, fende ve ahlâkda ilerlemeğe ışık tutduğunu dünyâya bildirmek için, kısacası, islâmiyyete ve bütün insanlara hizmet için, yabancı dil öğrenmek muhakkak lâzımdır) derdi. Bütün dinleri iyi incelemiş olan, İngiliz ilm adamlarından Lord Davenport, yirminci asr başlarında Londrada basdırdığı, (Hazret-i Muhammed ve Kur’ân-ı kerîm) adındaki ingilizce kitâbında diyor ki: Ahlâk üzerinde son derece titizliğidir ki, müslimânlığın az zemânda sür’atle yayılmasına sebeb olmuşdur. Müslimânlar, muhârebede kılınca boyun eğmiş olan başka din adamlarını, dâimâ afv ile karşılamışlardır. Juryo diyor ki, müslimânların hıristiyanlara karşı davranışı ile, papalığın ve kralların mü’minlere revâ gördüğü mu’âmele, aslâ kıyâs edilemez. Meselâ, [980] hicrî ve [1572] mîlâdî yılı Ağustosun yirmidördüncü günü, ya’nî Sent Bartelemi yortu günü, dokuzuncu Şarl ve kraliçe Katerinanın emri ile Pâris ve civârında altmışbin protestan öldürüldü. Sent Bartelemi, oniki havârîden biri olup, mîlâdî [71] yılında, Ağustos ayında hıristiyanlığı neşr ederken Erzurumda şehîd edilmişdi. Böyle nice işkencelerde dökülen hıristiyan kanları, müslimânların harb meydânlarında dökdükleri hıristiyan kanlarından katkat fazladır. Bunun içindir ki, birçok aldanmış insanı, islâmiyyetin zâlim bir din olduğu zannından kurtarmak lâzımdır. Böyle yanlış sözlerin hiçbir vesîkası yokdur. Papalığın vahşet ve yamyamlık derecesine varan işkenceleri yanında, müslimânların, gayrı müslimlere karşı davranışları, ağzı süt kokan bir sübyanınki kadar yumuşak olmuşdur. İslâmiyyet, başka dinlerin hurâfeler ve şübheler bataklığı ortasında, çiçek temizliği ile yükselmiş bir aklî ve fikrî asâletin sembolü olmuşdur. Milton der ki, (Kostantin kiliseyi zenginleşdirince, papaslar makâm ve servet hırsını artdırdı. Bunun cezâsını, parça parça olan hıristiyanlık çekdi). İslâmiyyet, ilâhlara insan kanı dökmek fâci’a ve felâketinden beşeriyyeti kurtardı. Bunun yerine, ibâdeti ve sadakayı getirmekle, insanlara iyilik aşıladı. Sosyal adâletin temelini kurdu. Böylece, kanlı silâhlara hâcet bırakmadan, dünyâya kolayca yayıldı. İlm da’vâsına müslimânlar kadar bağlı ve saygılı hiçbir millet gelmemişdir denilebilir. Hazret-i Peygamberin “aleyhissalâtü vesselâm” pekçok hadîsleri, samîmî bir ilm teşvîkcisidir ve ilme saygı ile doludur. İslâmiyyet, ilme maldan dahâ çok kıymet vermişdir. Hazret-i Muhammed, bu tutumu olanca gücü ile desteklemiş, Eshâbı da, bu yolda var kuvvetleri ile çalışmışlardır. Bugünkü fennin ve medeniyyetin kurucuları, eski ve yeni eserlerin ve edebiyyâtın koruyucuları, Emevîler, Abbâsîler, Gaznevîler ve Osmânlılar zemânındaki müslimânlar “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” olmuşdur. Buraya kadar ba’zı parçalarını yazdığımız ingilizce kitâb, misyonerler ve yehûdîler tarafından piyasadan alınarak, yok edilmek istenmişdir. İlk misyoner teşkilâtı olan Cizvit cem’iyyetleri 918 [m. 1512] de teşekkül etmişdir. EK: İslâm hukûkunu inceliyenler, islâmiyyetde sosyal adâlete, eşitliğe, hak ve hürriyyete verilen önemi görerek hayrân kalıyorlar. İslâmiyyetin, insan hakları ve mülkiyyet hakkı üzerinde nasıl bir titizlik gösterdiğini ortaya koymak için, (Mecelle)den birkaç maddeyi aşağıya yazmağı uygun görüyoruz: 1192 — Herkes mülkünü dilediği gibi kullanır. Fekat, başkasının hakkına dokunursa, bu kullanması sınırlanır. Meselâ, islâmiyyetde kat mülkiyyeti vardır. Fekat, üst kat sâhibinin, apartmanın temelinde ve alt kat sâhibinin de çatıda hakkı vardır. Birisi, ötekinin izni olmadıkca, kendi katını yıkamaz. 1194 — Bir arsaya sâhib olan, üstündeki boşluğa ve toprağın içine de mâlik olur. İstediği kadar yüksek binâ ve derin kuyu yapabilir. 1196 — Bir kimsenin bağçesindeki ağacın dalları komşusunun hânesi veyâ bağçesi üzerine uzanmış olsa, o dalları bağlayarak geri çekdirmeğe veyâ kesdirmeğe komşusunun hakkı vardır. Fekat, ağacın gölgesi komşusunun bağçesindeki sebzelere zarâr veriyor diyerek kesdiremez. Âtıf beğ 1330 [m. 1912] baskılı şerhinde, bu maddeyi şerh ederken diyor ki, (Komşusu, ağacın sâhibine veyâ hâkime mürâceat ederek geri çekdirir veyâ kesdirir. Komşusu, bunlara mürâceat etmiyerek, bağçesine uzanmış olanları kendi de kesebilir. Bağçesine uzanmamış mahalden kesip zarâra sebeb olursa, zarârı ağaç sâhibine tazmîn eder, öder. Bağlıyarak çekdirmesi mümkin olan dalları, mürâceat etmeden keserse, yine zarârı tazmîn eder. Ağaç sâhibine mürâceat edip de, dallarını, çekmediği takdirde, bağçe sâhibi kesebileceği gibi, kesdirme masrafını da, ağaç sâhibinden istiyebilir). 1200 — Bir evin kanalizasyonundan, komşunun evine sızarak zarâr verirse, ta’mîr etmesi lâzım olur. 1212 — Komşunun su kuyusuna yakın lağım yaparak, kuyu kirlenirse, ta’mîri mümkin olmazsa, lağım oradan kaldırılır. 1216 — Hükûmetin emri ile birinin evi satın alınıp yol yapılabilir. Fekat parası verilmedikce evi alınamaz. 1248 — Mülk sâhibi olmak üç yol iledir: Mal birinin mülkü iken, bey’ ve hibe [ve sadaka ve ödünc vermek] gibi bir akd, ya’nî sözleşme ile alanın mülkü olur. Mîrâs ile akd olmaksızın mülke girer. Sâhibi olmıyan, herkese mubâh olan birşey, ele geçirmekle mülk olur. 1254 — Mubâh olan otları, ağaçları, suları herkes kullanabilir. Kimse yasak edemez. Başkasına zarâr verirse, yasak olunur. 1288 — Bir kimsenin dükkânı yanına, başkası dükkân açarak, birincinin işi bozulsa, ikinci dükkân kapatdırılamaz. 1297 — Av, tutanındır. Bir kimse, bir avı vurup düşürdükden sonra, av kalkıp kaçarken, başkası yakalarsa, av yakalıyanın olur. 1308 — Ortak mülkün ta’mîri, hisselere göre ortaklaşa yapılır. Hisse sâhiblerinden biri yok ise ve ta’mîr edecek olan kimse hâkimden izn alırsa, masrafdan ötekine düşen payı ondan istiyebilir. 1312 — Bölünebilen bir mülkün ta’mîri için, ortak zorlanamaz. Ta’mîrini istemezse, mülkün bölünmesi için, zorlanır. 1321 — Nehrlerin, göllerin, barajların ta’mîrini beyt-ül-mâl, ya’nî devlet yapar. Devletin parası yetişmezse, istifâde edenlerden toplanır. 950 — Başkasına satılmış olan bir mülkü, satış değeri ile satınalmak hakkına (Şüf’a) denir. Bu hakka mâlik olan kimseye, (Şefî’) denir. 1008 — Şefî’ üç kimse olabilir: Birincisi, satılacak mülkde ortak olandır. İkincisi, satılacak mülkde kullanma hakkı olan kimsedir. Üçüncüsü, satılacak mülke bitişik mülkün sâhibidir. Apartman katlarının sâhibleri, birbirlerine bitişik komşu demekdir. Bir kimse, mülkü olan binâyı satınca, bir şefî’ bunu işitdiği zemân, şefî’ olduğunu hemen söylemesi, sonra iki şâhid yanında alıcıya ve satıcıya şüf’a hakkını bildirmesi ve bir ay içinde mahkemeye başvurması lâzımdır. Böyle yapınca, önce birinci şefî’ satın alır. Başkasına satılamaz. Eğer birinci şefî’ yoksa veyâ satın almak istemezse, ikinci satın alır. İkinci şefî’ de yoksa, üçüncü şefî’a satması lâzımdır. Bu da satın almak istemezse, ilk satılmış olanda kalır. 1017 — Nakl edilebilen şeylerin ve vakf ve mîrî toprak üzerindeki mülklerin satılmasında şüf’a olmak yokdur. (Fetâvâ-i Hayriyye)de diyor ki, (İki odalı bir evin üstü teras katıdır. Sâhibi, bir odayı satmış, sonra ölmüşdür. Vârisler, ikinci odayı başkasına satmışlardır. Teras, iki kişi arasında yarı yarıya ortak olur. Biri ötekinden iznsiz, buraya oda yapamaz. Bir evin on odası birinin, bir odası da başkasının olsa, teras veyâ bağçe, yarı yarıya ortak olur). Aynı kitâbda diyor ki, (Bir binânın iki katından herbirinin sâhibi başkadır. Alt kat yıkılsa, bunun sâhibi ta’mîr için zorlanamaz. Üst katın sâhibi, isterse, aşağı katı ta’mîr eder. Mahkeme karârı ile ta’mîr etdi ise, yapdığı masrafı almadıkca, kendiliğinden yapdı ise, yapılanın kıymetini almadıkca, aşağının sâhibi evine sokulmaz). (Üst kat sâhibi, aşağı kata zarârlı olmadıkca, üstüne kat yapabilir). (Hadîka)da el âfetlerinde diyor ki, (Başkasının malını ondan iznsiz, zorla almağa, (Gasb etmek) denir. Gasb, harâm olduğu gibi, gasb edilen malı kullanmak da harâmdır. Başkasının malını iznsiz alıp, kullanıp, sonra geri vermek, malda ayb ve kusûr hâsıl olmasa bile, harâm olur. Kendisine vedî’a olarak emânet bırakılan veyâ gasb etdiği malı, parayı ticâretde veyâ başka yerde kullanıp da, bundan kazanc sağlamak câiz değildir. Kazandığı şey harâm olur. Bunu fakîre sadaka vermesi lâzım olur. Birinin malını, parasını şaka olarak da alıp saklamak harâmdır. Çünki, böylece, başkasını üzmüş oluyor. Başkasına eziyyet vermek harâmdır). (Fetâvâ-yı Feyziyye)de diyor ki, bir baba, küçük çocuklarının paralarını, ihtiyâcı yok iken, kendisi için kullansa, çocuklar bâlig olunca, bunu tazmîn etmesini istiyebilirler. Baba muhtâc olsaydı, kullanması câiz olurdu. |