HakikatKitabevi

Kitap-Download

31 — MADDE VE ATOM ÜZERİNDE YENİ BİLGİLER

Bugün herkes, atomu ve atom enerjisini merâk etmekde, dost, düşman her memleketde atom üzerinde çalışılmakdadır. İstikbâlin harbleri, atom silâhları ile yapılacak, atom kuvveti bulunmıyan milletler, yaşamak hakkı bulamıyacakdır. Küçük, büyük, herkesin sık sık işitdiği atomu ve atom enerjisini ve kullanılmasını, din kardeşlerime kısaca bildirmeği lüzûmlu gördüm. Çünki, atom kuvveti, harbde de, sulhda da kullanılacakdır. Müslimânların, düşmanda bulunan silâhları öğrenmesi ve yapması, farzdır. O hâlde, bugün atom bombasını yapmağa ve bunun için lüzûmlu matematik, fizik, kimyâ bilgilerini öğrenmeğe çalışmak farzdır. Önümüzde bulunan atom harbine hâzırlanmazsak, dînimizi, milletimizi koruyamayız. Harb için, atom te’sîslerini hâzırlamak, bunlardan sulh zemânında, terfîh-i ibâd için istifâde etmek, dînî vazîfemiz ve ibâdetimizdir. Hükûmetin, milleti cihâda hâzırlaması, ibâdetdir. Hâzırlamaması, büyük günâhdır.

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (İlm, Çinde de olsa alınız!) buyurdu. Ya’nî ilm, dünyânın en uzak yerinde bulunsa ve kâfirlerde de olsa, gidin alın! buyurdu. Çünki Çin, o zemân, en kâfir ve çok uzak bir yer idi. O hâlde, cihâd için gerekli bilgileri, en uzak kâfirlerden de arayıp, bulup, öğrenmemiz, yapmamız, hâzırlıklı olmamız, beş vakt nemâzdan sonra, en birinci vazîfemiz, ibâdetimizdir. İbni Âbidîn, üçüncü cild, (Cihâd) bahsinde buyuruyor ki, (Düşman hücûm etdiği veyâ hücûm korkusu olduğu zemân, her müslimânın harb etmesi farz-ı ayndır). Atom harbi muhakkak olduğundan, buna hâzırlanmak, farz-ı ayn hâline gelmişdir.

(Hadîka)da el âfetlerinde buyuruyor ki, (Nefsin hoşuna giden fâidesiz şeylere lehv ve la’b denir ki, boş yere vakt geçirmekdir. Yalnız zevcesi ile oynamak ve harb oyunları halâl olup başkaları harâmdır). Harbe hâzırlanmak için, at yarışları, atış, güreş, ok ta’lîmleri, lüzûmlu teknik tecribeleri yapmak câizdir. Hattâ lâzımdır ve çok sevâbdır.

Üzerinde yaşadığımız yer küresi, hava, su, taş, toprak tabakaları ve bütün yıldızlar, güneşler, hep maddeden yapılmışdır.

Madde demek, boşlukda yer kaplıyan ve ağırlığı olan varlık demekdir. İki madde, bir yerde birlikde bulunamaz. Birinin orada bulunması için, ötekinin oradan gitmesi lâzımdır. Hava, maddedir. Çünki, ağırlığı vardır ve yer kaplar.

Maddenin şekl almış parçalarına cism denir. Şişe, bardak, pencere camı, ayrı ayrı birer cismdir. Fekat hepsi, cam maddesinden yapılmışdır. Madde ikiye ayrılır: Saf madde. Karışım.

Etrâfımızda gördüğümüz bütün maddeler, saf değil, birer karışımdır. Meselâ, içdiğimiz su, homogen olduğu, her tarafı aynı göründüğü hâlde, içinde az da olsa, tuzlar ve hava vardır. O hâlde, bir karışımdır. Karışımların hâssaları [özellikleri] her zemân aynı değildir. Belirli özellikleri yokdur. Karışımda bulunan maddeler, kendi özelliklerini gayb etmez. Maddeler, birbirleri ile, her mikdârda karışabilir. Yalnız bir maddeye (Saf madde) denir. Saf maddenin belirli özellikleri vardır. Saf maddenin belirli özellikleri, hiç değişmez.

Tâm saf madde yok gibidir. Bir madde içinde bulunan yabancı maddeler, kimyâ üsûlleri ile anlaşılamıyacak kadar az olunca, bu maddeye, saf diyoruz. Saf süt demek, kimyâ bakımından doğru bir söz değildir. Çünki, süt belli özellikler taşıyan tek bir madde değildir. Saf madde, iki dürlü olur: Element. Bileşik cism.

Element: Kendisinden, başka başka özellikde maddeler çıkarılamıyan saf maddelere (Element=eleman) veyâ (Basît cism) denir. Saf şeker, bir eleman değildir. Çünki, şekerden, karbon [kömür], hidrogen ve oksigen maddeleri çıkabilir. Saf demir, bakır, kükürt birer elementdir. Yüzbeş element vardır. Her element, kimyâ tepkimelerinde bölünemiyen en küçük parçaların yığınıdır. Bu parçalara, yunanca (Atom) denir. Herbir element, birbirlerine benziyen atomlar yığınıdır.

Birbirine benzemiyen atomların yığınına, bileşik cism veyâ (Mürekkeb cism) denir. Su, mürekkeb bir cismdir. Çünki, hidrogen ve oksigen atomlarından yapılmışdır. Bileşik bir cism, başka başka özellik taşıyan maddelere ayrılabilir.

Yüzbeş element üçe ayrılır:

1 — Hakîkî metal [ma’den], yetmişsekiz dânedir. Bunlar, fizik bakımından parlakdır. İçlerinde yalnız civa, normal şartlarda, mâyi’ [sıvı] hâlindedir. Diğerleri sulb [katı]dır. Döverek levha ve tel hâline gelir. Harâreti [ısıyı] ve elektriği iyi nakl eder, iyi iletir. Kimyâ bakımından da, buhâr hâlinde, birer atom hâlinde uçar ve bileşik hâle geçince, atomları artı elektrik yüklü olur. Eksi yüklü olamaz. Elektrik yükü taşıyan atomlara (İyon) denir. İyon, serbest hâlde bulunamaz. Artı elektrik taşıyan atomlara (Katyon) denir. Eksi elektrik taşıyan atomlara (Anyon) denir. O hâlde, bir ma’den atomu, başka bir ma’den atomu ile veyâ hidrogen atomu ile birleşemez. İki element atomunun bir araya gelmesi için, başka başka elektrik taşıması lâzımdır. Çünki, benzer yüklü iki atom, birbirini çekmez, iter. Hidrogen atomları ma’den olmadığı hâlde, bileşik hâlde dâimâ artı elektrik taşır.

2 — Ma’den olmıyan [ametal] elementler, onyedi dânedir. Bunlardan bir dânesi [Brom] sıvı hâlinde, onbir dânesi gaz hâlindedir. Altısı âdî gaz olup, molekül hâlindedir. Beşi necîb [soy] gaz olup, hep atom hâlindedir. Fizik hâssaları, ma’denlerin aksidir. Kükürt gibi, katı olanları döğülünce, levha hâline gelmeyip, toz hâline gelir. Kimyâ bakımından, gaz hâlinde iken, iki atomdan yapılmış molekül hâlinde uçarlar. [Necîb gazlar müstesnâ.] Bileşik hâlde iken atomları, ba’zan artı, ba’zan eksi yüklü olabilir. O hâlde, birbirleri ile ve hidrogen atomu ile ve ma’denler ile birleşebilirler. Oksigen gazı ametaldir. Müstesnâ olarak, bileşiklerinde, hep eksi elektrik taşımakdadır. Karbon, kükürt de ametaldir.

3 — Yarı ma’denler, on adeddir. Bunlar, fizik bakımından ma’denlere, kimyâ bakımından ametallere benzer. Arsenik, kalay, kurşun yarı ma’dendir.

Bileşik cismler ikiye ayrılır:

A — Organik [veyâ uzvî] bileşik cismlerdir. Bunların suda eriyikleri dâimâ molekül hâlinde bulunur. Molekülleri karbon ile hidrogeni hâvîdirler. Başka elementler de bulunabilir. Yanıcıdırlar. Yağ, şeker, ispirto gibi.

B — Organik [uzvî] olmıyan bileşiklerdir. Bunlarda, karbon ile hidrogen bir arada bulunmaz. Bunlara, anorganik veyâ inorganik bileşikler denir. Yemek tuzu, cam gibi. Pencere camı 572 [m. 1176] da, gözlük camı 686 [m. 1287] da keşf edildi. Anorganik bileşikler ikiye ayrılır: Birinci sınıf bileşikler. İkinci sınıf bileşikler.

Herhangi bir bileşik cismi meydâna getirmek için atomlar iki dürlü birleşebilir:

1 — İki veyâ ziyâde elementin atomları, boşlukda, sıra ile dizilir. Böyle milyonlarla iyon yığını, bir cism meydâna getirir. Böyle bir cism, bir sandık kesme şekere benzer. Bunlara, (İyon şebekesi) denir. İnorganik ma’den bileşikleri, ya’nî içinde ma’den bulunan inorganik bileşikler, iyon şebekesidir. Bunlar katıdır, ısıtılınca uçmaz, parçalanır.

2 — İki veyâ dahâ ziyâde elementin mu’ayyen ve az sayıda atomu birleşerek, molekül yapar. Moleküller de, biraraya gelerek, bir cism meydâna getirir. Böyle bir cism, bir sandık şeker külâhına benzer. Bunlara, (Molekül şebekesi) denir. İçinde ma’den bulunmıyan inorganik bileşikler ve organik bileşiklerin hemen hepsi molekül şebekesidir. Bunlar, gaz hâlinde, sıvı (mâyı’) ve katı hâlde de olur. Katı ve mâyı’ hâlindekiler ısıtılınca, gaz hâle geçerek, molekül hâlinde uçarlar.

Bütün elementler, serbest element hâlinde iken, atomları elektrik yükü taşımaz, nötrdür, sıfır kıymetlidir. İki elementin birleşmesinden meydâna gelen anorganik bileşiklere, (Birinci sınıf) bileşik denir. Birinci sınıf bileşikler üçe ayrılır: Oksid, asid, tuz. İçinde üç element bulunan anorganik bileşiklere, (İkinci sınıf bileşikler) denir. Bunlar da üçe ayrılır: Asid, baz, tuz. Bir bileşik içindeki ma’den atomları dâimâ artı elektrik yükü taşır.

Yanmak, oksigen gazı ile birleşmek demekdir. Gazların, buhârların yanmasına (Alev) denir. Katı cismler alevle yanmaz. Kükürdün buhârı, odunun, mumun sıcakda parçalanmasından meydâna gelen gazlar, alevle yanıyor. Yanma yerine, (Oksidlenme) ve (Yükselme) de denir. Yanan bir atomun elektrik yükü artar. Meselâ, hidrogen gazı oksigenle birleşince, serbest hidrogen atomları, sıfır kıymetli iken, oksigenle birleşirken, oksigen atomuna elektron vererek, artı bir [+1] kıymetli olurlar. O hâlde, bir atomun değeri yükselince, bu atom yandı, oksidlendi denir. Maddeler yanarken harâret [ısı] saçar.

Şuâ’: Sulb, ya’nî katı veyâ mâyı’ hâldeki bir madde ısıtılırsa, beşyüz derecede zıyâ [ışık] yaymağa başlar ve madde değişmez. Evvelâ kırmızı zıyâ olur. Dahâ sıcakda beyâza döner. Elektrik ampullerinde, elektrik ceryânı, ampul telini ısıtdığı için, tel zıyâ yayar. Böyle zıyâ yaymağa (Şuâ’lanma) veyâ (Işıma) denir. Gördüğümüz zıyâ, elektro-manyetik dalgalardan ibâretdir. Fezâdaki elektrik akımı, sâniyede yüz binlerle def’a cihet değişdirince, elektro-manyetik dalgalar meydâna geliyor. Ya’nî şuâ’lanma oluyor. Bir sâniyedeki dalga adedine (Frekans=tekerrür) denir. Bir şuâ’lanmada meydâna gelen dalgaların boylarını aramağa, (Spektroskopi) denir. Herhangi bir madde tarafından yayılan şuâ’lanmanın spektroskopisini yaparak, bu maddede hangi elementlerin bulunduğunu aramağa (Tayf analizi=spektral analiz) denir. Spektroskopi yapılacak şuâ’lar, bir yarıkdan geçirildikden sonra, bir cam menşûrdan [prismadan] geçirilince, karşısındaki perdede parlak renkler dizilir. Bu renkli şeride tayf [Spektr] denir. Her rengin dalga boyu başkadır ve kitâblarda yazılıdır. Bu dalga boyları (Angstron) denilen, uzunluk birimi ile söylenir. Bir Angstron, bir milimetrenin onmilyonda biridir. Dalga boyları dörtbin ile sekizbin Angstron arasında bulunan şuâ’ları ışık hâlinde görebiliyoruz. Her şuâ’, bir enerjiye mâlikdir. Enerji, kudret, ya’nî iş yapabilmek demekdir. Şuâ’ emen cism, enerji almış olur ve ısınır. Şuâ’ enerjisinin, bölünemiyen en küçük parçasına (Kvant) denir. Bir madde ne kadar çok ısınırsa, yaydığı şuâ’ların dalga boyu o kadar kısa olur. Sulb ve mâyı’ maddelerin tayfı devâmlıdır. Ya’nî, bütün dalga boyları yanyana bulunur. Ampul teli ikibinbeşyüz derecede şuâ’lanıyor. Bunun tayfında, yedi renk devâmlı görülür ve kırmızı altında, görünmiyen, uzun ısı dalgaları da vardır. Kısa olan ultraviole dalgalar yok gibidir.

Tazyîkı az olan gazların ve buhârların verdikleri tayf, devâmlı tayf olmıyor, (Hatlar tayfı) oluyor. Ya’nî, tayfda, birbirinden uzak ayrı ayrı yerlerde, mu’ayyen dalga boyları bulunuyor ve herbiri, başka renkde hat şeklinde görünüyor.

Alkali ve toprak alkali ma’denlerin buhârları, hava gazı alevi sıcaklığında, kendilerine mahsûs renkde şuâ’ verdiği hâlde, gazların şuâ’ vermesi için, bunları Kroks borularına koyup, tazyîkı az iken yüksek gerilimli elektrik cereyânı geçirmek lâzımdır. Katoddan çıkan elektronlar, gazın moleküllerine çarpınca, gaz şuâ’lanır. Meselâ, iki tarafı kapalı bir cam borunun [Geissler borusunun], iki ucuna sokulmuş olan ma’den çubukları [elektrodları], tel ile bir endüksiyon makarasına bağlayıp, yüksek gerilimli akım geçirince, borudaki hava içinden elektrik geçmez. Cam boruyu, ortasındaki bir delikden, lâstik boru ile, bir hava boşaltma makinesine bağlayıp, borudaki havanın tazyîkını azaltırsak, borudaki hava içinde ışıklı çizgiler hâsıl olur. Hava elektrik ceryânını geçirir ve ışıklanır. Basıncı azaldıkca ışıklar artar ve borunun içi pembe zıyâ’ ile dolar. Boruda havadan başka gaz varsa, ışığın rengi gazın cinsine göre başka olur. Meselâ, Neon gazı varsa, kırmızı, turuncu olur. Reklâm lâmbaları ve bugün evlerde de kullanılan flüoressan lâmbalar böyle yapılmakdadır.

Borudaki gaz, dahâ boşaltılıp, tazyîkı dahâ azalırsa, ışık da azalır ve bir ân gelir ki, borunun içi zıyâsız kalır. Fekat şimdi, makaranın (—) kutbuna bağlı katodun tam karşısındaki cam üzerinde mâvi renklenme görülür. Demek ki, katoddan, görülemiyen şuâ’lar çıkmakdadır. Bunlara, (Katod şuâ’ları) denir. Katod şuâ’ları camdan geçmez, borunun dışına çıkmaz. Ba’zı cismlere çarpınca bunları mâvi renkli gösterir. Katoda dik olarak çıkarlar. Bu şuâ’lar, makaradan gelip, katoddan fırlatılan elektronlar tarafından, borudaki gaz atomlarından koparılan elektronlardır. Hâlbuki, tazyîkı dahâ yüksek olan gazlardan elektriğin geçmesi, gaz moleküllerinin, elektriklenerek iyon hâline geçmesi ile, elektroliz olayı gibi olmakdadır. [1860] senesinde Bunsen ve Kirchof, her element buhârının, kendine mahsûs hatlar tayfı meydâna getirdiğini anladı. Sodium buhârı beşbinsekizyüzdoksan angstron boyunda, dalgalardan ibâret bir sarı hat yapıyor. Ultraviyole şuâ’lar, parlak olmadığı için görülmiyor. Böyle şuâ’ların tayfı, fotoğraf alarak görülür. Tayflar hattına bakarak, her hangibir cismdeki elementleri anlamağa (Tayf analizi) demişdik.

Tayf hatlarını, atomlar meydâna getirmekdedir. Serbest bir atom, belirli bir sıcaklıkda verdiği dalgaları, aynı sıcaklıkda mas edebilir, emer. Bir ampulün devâmlı tayfı içinde, emilen dalgaların yeri siyâh hat hâlinde görünür. Ampul şuâ’ları, meselâ sodiumlu bir alevden geçerken, sodium atomları, kendilerine mahsûs olan dalgaları mas edip, tekrâr her tarafa yayıyor ve lâmbanın devâmlı tayfı üzerinde, sodium atomlarına mahsûs olan sarı hatlar, siyâh olarak görülüyor. Güneş zıyâsının tayfı devâmlıdır. Fekat, içinde binlerce siyâh hatlar vardır. Güneş sulb değildir. Gaz hâlindedir. Fekat, tazyîkı pek fazla olduğundan sulb imiş gibi, devâmlı tayf veriyor. Güneş şuâ’ları, güneş etrâfındaki tazyîksız gazlardan geçerken, bu gazlar, kendilerine mahsûs dalgaları emiyor. Bu gazların tayf hatlarına bakarak, güneşin ve yıldızların, bildiğimiz elementlerden yapılmış olduğunu anlıyoruz.

DEVRÎ SİSTEM: [1867] senesinde Mendeleyef ve Lothar Meyer isminde iki kimyâger, birbirinden haberi olmadan yüzbeş elemandan, o gün bilinenleri, atom ağırlığına göre, soldan sağa doğru sıra ile yazmış, birkaç elemandan sonra gelenlerin, kimyâ hâssalarının [meselâ kıymetlerinin], tekrâr başdakilere benzediğini görmüş, bunları, başdakilerin altına yazmışdır. Böylece yedi satır meydâna gelmişdir. Her satıra, Devre [periyod] denir. Alt alta olan elemanların kimyâ hâssaları birbirinin aynıdır. Bunlara, yukardan aşağı, bir (Gurup) denir. Yanyana sekiz gurup vardır. Yüzbeş elementin, yedi devr ve sekiz gurup teşkîl etmek üzere sıralanmasına, (Periyodik sistem) veyâ (Devrî tasnîf) denir.

Sol tarafdan birinci gurupda, kalevî [alkali] ma’denler, ikinci gurupda, toprak kalevî ma’denler, yedinci gurupda halogenler [F, Cl, Br, I], sekizinci gurupda da necîb [soy] gazlar bulunur.

Elementlerin devrî sistemdeki soldan sağa doğru sıra numarasına, (Atom numarası) denir. Hidrogenin atom numarası 1, oksigenin 8, uraniumun 92 dir.

[1913] senesinden i’tibâren, Röntgen tayfları ve Moseley kanûnu sâyesinde, her elementin atom numarası tecribe ile bulunmuşdur. Şöyle ki:

                        1. ci devrde               2 x 12= 2

                        2. ve 3. cü devrlerde 2 x 22= 8

                        4. ve 5. devrlerde      2 x 32= 18

                        6. cı devrde               2 x 42= 32

eleman bulunduğu anlaşılmışdır. Geri kalan ondokuz element de yedinci devrdedir.

(Devrî tasnîf cedveli) kimyâ ilminin temelidir.

RADİO-AKTİVİTE: Uranium ve Radium gibi ba’zı ma’denler, siyâh kâğıd içindeki fotoğraf camına te’sîr edip karartıyor ve etrâfındaki havayı elektrikliyor. Bunun sebebini, ilk olarak [m. 1903] de Rutherford anladı. Şöyle ki:

Radioaktif cismler kendi kendilerine üç cins şuâ’ vermekdedir:

1 — Alfa şuâ’ları, artı elektrik yüklü atomlardır. Birkaç santimetreye kadar uçarlar. Kâğıddan bile geçemez. Tehlükeli değildirler.

2 — Beta şuâ’ları, elektronlardan ibâretdir. [Lâmbalarımızı yakan şehir elektriği, elektron akımıdır. Bölünemeyen en küçük elektrik parçasına elektron denir. Elektron, eksi elektrikdir.] Beta şuâ’larının sür’ati pek fazla olup, zıyâ hızına yakındır. Birçok yerlerden geçerler. Tehlükelidirler.

3 — Gamma şuâ’ları, Röntgen şuâ’ları gibi çok kısa dalgalı, elektro-manyetik şuâ’lardır. Hemen herşeyden geçerler, çok tehlükelidirler.

Saf Radium atomları, yalnız alfa şuâ’ları saçar. Radioaktif cismlerin atomları, enerji saçarak, çekirdekleri patlıyor ve başka element atomları hâline dönüyor. Milyon kerre milyon [1 billion] Radium atomu içinden her sâniye onüç dânesi patlıyor. Bir radium tuzunun beta ve gamma şuâ’ları da vermesi, kendi atomlarından değil, bunların patlaması netîcesinde meydâna gelen, yeni radioaktif elemanların atomlarından hâsıl olur. Zâten, Radium da, Uraniumun patlamasından, birçok ara elementlerden sonra, meydâna gelmişdir. Tabî’atde, üç radioaktif değişme sırası vardır. Uranium sırası, Thorium sırası ve aktinium sırası.

Radioaktif parçalanmadan meydâna gelen yeni elementlerin atom ağırlıkları ve şuâ’lanmaları farklı olduğu hâlde, çoğunun kimyâ hâssaları aynıdır. Böyle elementler, aynı bir element demekdir. O hâlde, devrî sistemde aynı yerde bulunur. Atom ağırlığı farklı, atom numarası aynı olan maddelere, (İzotop) maddeler denir.

FAYANS KANÛNU: Bir atom, bir alfa şuâ’ı saçınca, atom ağırlığı dört azalır. Atom numarası iki azalır. Beta şuâ’ı verince, atom ağırlığı değişmez, atom numarası bir artar. Bir alfa dâneciğinde iki artı elektrik bulunduğu isbât edilmişdir. O hâlde, atom numarası, atomun artı elektrik yüküne tâbi’ olmakdadır.

RÖNTGEN ŞUÂ’LARI: Katod şuâ’ları, borudaki sulb bir maddeye çarparsa, bu sulb madde, röntgen şuâ’ları yayar. Röntgen şuâ’ları görünmez. Fotoğraf camına te’sîr eder. Etden çok, kemikden az geçer. Atom numarası yüksek olan maddeler, Röntgen şuâ’larını çok emer, geçirmez. Atom numarası büyük olan bir maddenin, hâsıl etdiği Röntgen şuâ’ının, maddelerden geçme kabiliyyeti fazla olur.

Laue [Lave] röntgen şuâ’larının tayfını yapmak için, cam prisma yerine, kaya tuzu billûrundan geçirdi. Elde edilen tayf, ilmin yeni bir buluşu, büyük bir zaferi oldu. Çünki, bir yandan Röntgen şuâ’larının elektromanyetik dalga olduğu anlaşıldı, bir tarafdan da, billûrdaki atomların dizilişi meydâna çıkdı. Âdî zıyâ ile elde edilen tayflar, atomun bileşiklerine göre farklı olduğu hâlde, Röntgen tayfları, atomun kimyevî hâline bağlı değildir. Her elementin Röntgen tayfı, hatlar tayfıdır.

Mosli [Mosley] de, bir elementin verdiği Röntgen şuâ’larının dalga boyunu ölçerek, elementlerin atom numarasını hesâb etmişdir. Bu atom numarasının, atom çekirdeğinin elektrik yükü olduğunu, dahâ sonra Bohr anlamışdır.

ATOMUN YAPISI: Rutherford [m. 1911] de, ince bir ma’den levhadan alfa dânecikleri geçirdi. Alfaların çoğu, serbestce doğru geçip, binde biri, yolundan sapdı. Ma’denler, atom şebekesi olduğundan, alfaların doğru geçmesi, atomların içinin boş olduğunu göstermekdedir. Demek ki atomların ortasında, atomun artı elektrik yükünü ve aynı zemânda, bütün kütlesini hâvî bir nüve (çekirdek) vardır. [Bu çekirdeğin çapı atomun tekmîl çapından yüzbin def’a dahâ küçükdür.] Atomlar elektrikce nötr [ya’nî elektriksiz] olduğu için, çekirdek etrâfında, çekirdekdeki artı elektrik kadar elektron bulunması lâzımdır. Alfa dâneciklerinin sapma açısı ölçülerek, çekirdekdeki artı elektrik mikdârı hesâblanmış ve elemanın atom numarasına müsâvî olduğu anlaşılmışdır.

Demek ki, Rutherforda göre, her atomun ortasında (+) yüklü bir çekirdek ve etrâfında elektronlar dönmekdedir. Elektronlar dönmeseydi, çekirdek tarafından çekilir idi. Maddedeki atomlar da, birbirine yapışık değildir. Çünki elektronlar birbirini iter. Radioaktiflik, atomun çekirdeğinden meydâna gelmekdedir. Alfa şuâ’ları demek, çekirdekden, artı iki elektrik yüklü Hellium çekirdeklerinin atılması demekdir. Beta şuâ’ları ise, atomdan elektron atılmasıdır.

Kimyâ hâdiseleri [ya’nî kimyevî değişmeler], atomların dış halkalarındaki elektronlar arasında olur. İç halkalarda ve çekirdekde olmaz.

Atom yapısının son şeklini, [m. 1922] de Danimarkalı fizikci Bohr bulmuşdur. Bohr, gazların tayf vermeyip, hatlar hâlinde mu’ayyen dalga boyları meydâna getirdiklerini düşünerek, atom elektronlarının, çekirdek etrâfında ayrı ayrı ve mu’ayyen mahrekler üzerinde döndüğünü kabûl etdi. Elektron, kendi mahrekinden, çekirdeğe dahâ yakın bir mahreke geçerken, enerji verir, ya’nî şuâ’ yayar dedi. Bir elektron dışdan birinci mahrekden, ikinciye geçerken verdiği şuâ’da mu’ayyen bir tayf hattı, üçüncüye geçerken, başka bir tayf hattı, ikinci yörüngeden üçüncüye geçerken, başka bir tayf hattı hâsıl ediyor. Spektroskopisi yapılan bir element içinde, milyonlarca atom olduğundan, tayfda çeşidli hatlar hâsıl oluyor. Atomlar, şuâ’ emerse, elektronları, çekirdekden uzak mahreklere sıçrar ve enerjileri artar. Sonra şuâ’ [ya’nî enerji] neşr ederek kendiliğinden, çekirdeğe yakın mahreklere geçer.

Röntgen şuâ’larına gelince, katod şuâ’larının bir elektronu, katod karşısına konan ma’den levhanın atomlarına vurarak iç mahreklerde dönmekde olan bir elektronu atomdan dışarı atar. Bu elektronun boş kalan yerine, dışındaki mahrekden bir elektron atlar. Bunun da yerine, dahâ dışardaki mahrekden ve böylece çeşidli mahreklerden, iç mahreklere elektron atlarken röntgen şuâ’ları hâsıl olur. Göze görünen ve ultraviole şuâ’lar, atomun dış elektronları tarafından husûle getirilir. Röntgen şuâ’ları ise, iç mahreklerdeki elektronlardan hâsıl olur.

Bir elementin, devrî tasnîf cedvelinde bulunduğu yerin gurup numarası, elementin en dış mahrekinde bulunan elektron adedini gösterir. Elementin bulunduğu devr numarası, çekirdek etrâfındaki mahrek (elektron halkası) mikdârını, elementin atom numarası da, atomdaki bütün elektronların mecmû’unu gösterir.

RADAR — Uzaklarda veyâ karanlık, bulut veyâ sis içinde olup, görünmiyen cismlerin durumunun ve yerinin yüksek frekanslı dalgalar ile tesbîtini sağlıyan bir cihâzdır. İlk adı (Radiolocation)dur. Bu cihâza Radar adı Amerikalılar tarafından, ikinci dünyâ savaşında verilmişdir. Radar kelimesi İngilizce (Radio Angle, Direction and Range), (Radyo, Açı, İstikâmet ve Menzil) kelimelerinin baş harfleri bir araya getirilerek yapılmışdır. [m. 1939] yılında İngilterede uçakların uzakdan tesbîti için radar istasyonları kuruldu. Cihâz, bir verici ve bir de alıcıdan müteşekkildir. Verici vâsıtası ile yayınlanan enerji, boşlukda bir cisme çarpıp geri döndüğü vakt, alıcının kadranındaki katod ışınlı silloskop üzerinde ışıklı bir nokta hâlinde görünür. Bu şeklde cihâzı çalışdıran şahs, çok uzaklarda bulunan uçakları veyâ gemilerin yerini, sayısını, uzaklıklarını ve yüksekliklerini kat’î olarak hesâblamağa muvaffak olur. Radarlar, ikinci dünyâ savaşında, yer kontrolü, yol kesicileri, savaş uçaklarının geceleri tahrîbinde yardımcı olmuşdur. Radardan istifâde edilerek yapılan manyetron valfı, uçaklara da monte edilmiş, böylece, geceleri karanlık veyâ bulut yüzünden görülmiyen hedeflerin uçakdan hatâsız bombardımanı mümkin olmuşdur.

AYA SEYÂHAT — Bu seyâhat, bir dev füze ile yapılmakdadır. Füze fransızca bir kelimedir. Fişenk demekdir. Silâhların sınıflandırılmasında güdümlü mermîlere, balestik mermîlere, topçu roketlerine ve fezâda silâh olarak bulunan peyklere şâmil olan umûmî bir ta’bîrdir. Kısa menzilli, orta menzilli, uzun menzilli, kıt’alar arası ve kıt’alar üstü ve Aya seyâhat füzeleri mevcûddur. Füzelerin fe’âliyyetine esâs, Newton prensibidir. [m. 1867] de ifâde edilen bu prensibe göre (her te’sîre karşı kendisine müsâvî bir aks-i te’sîr hâsıl olur).

[1388] hicrî ve [1968] mîlâdî seneleri nihâyetlerinde, Amerikalıların aya ilk olarak sevk etdikleri dev füze, 110 metre tûlündedir. Bu uzunlukdaki yatay vaz’ıyyetde bir vince rabt edilmişdir. Vinc dikilerek füzeyi şâkûlî vaz’ıyyete getirmekdedir. Dev füze, iki kısmdan müteşekkildir. Birinci kısm altdadır. 85 metre irtifâ’ındadır. Buna (SATURUN-5) roketi tesmiye olundu. İkinci kısm, 25 metre irtifâ’ındadır. Asl fezâ gemisi bu kısmdır. Buna, (Apollo-8) fezâ gemisi tesmiye edilmişdir. Dev füzede ikimilyon âlet mevcûddur. Birinci roket kısmı, 3 kademe ile, idâre merkezinden müteşekkildir. Tahtânî kademe 42 metre irtifâ’ındadır. Dâhilinde 1600 ton mâyı’ oksigen ve 650 ton gaz yağı ihtivâ etmekdedir. Dev füze, elektrik te’sîsâtı ile (LANCER) tesmiye edilen çelik vinçden, ya’nî rampadan ayrıldıkdan iki üç dakîka sonra, bu kademenin ateşlenmesiyle, dev füze atmosferin üstüne kadar çıkmışdır. Yanma bitince, bu kademe, atmosferin hâricinde füzeden ayrılarak fezâya gitmişdir. İkinci kademe, birincinin fevkindedir. 25 metre irtifâ’ında ve 10 metre kutrundadır. Dâhilinde sıvı hidrogen ve oksigen mevcûddur. Birinci kademe kopdukdan sonra bu kademe ateşlenerek füzeyi yer câzibesi sâhası nihâyetine kadar götürmüşdür. Fevkânî kademe, 18 metre irtifâ’ında ve 6,5 metre kutrundadır. Dâhilinde 115 ton mâyı’ hidrogen ve bunu yakacak mikdârda oksigen mevcûddur. İkinci kademe kopdukdan sonra, bu kademedeki hidrogen yanarak Apollo-8 fezâ gemisini yer câzibesinden kurtarıp, aya sevk etmiş ve ayın mahrekine yerleşdirmişdir. Bu kademe de kopup ayrılmışdır. Bu üçüncü kademenin fevkinde bir metre irtifâ’ında roketin idâre merkezi bulunur. Bu idâre merkezi kademelerdeki yanma hâdiselerini ve kopup ayrılmalarını otomatik olarak tanzîm etmişdir. 25 metre irtifâ’ındaki Apollo-8 fezâ gemisi, idâre merkezinin fevkine merbutdur. Bu da dört kısmdan müteşekkildir. (Hizmet kısmı), yedi metre irtifâ’ındadır. En mühim cihâzlar buradadır. Apollo-8, ayın mahrekinde 20 sâatde on devr yapdıkdan sonra, bu cihâzlar çalışdırılarak, mahrekden ayrılmış ve yer küresine müteveccihen hareket etmişdir. Bu hareket esnâsında astronotlar bir yokuşu çıkıyorlarmış hissine kapılmışlardır. Ayın câzibesinden kurtulma hareketi, bu hissi hâsıl etmişdir. Yerdeki üs ile televizyon muhâbereleri devâmlı cereyân etmişdir. Atmosfere gelince, hizmet kısmı da koparak ayrılmışdır. İkinci parça (Ay kısmı)dır. Bu kısm aya inmeği te’mîn eder. Bu seferde, mevcûd değil idi. Üçüncüsü (İdâre kısmı)dır. 3,18 metre irtifâ’ında ve mahrût şeklindedir. Üç insan burada idi. Dördüncü (Endaht kısmı)dır.

Fezâ gemisi aya 112 kilometre yaklaşmışdır. Ayın 15 gün devâm eden gecesinde [—1420C] soğuk ve 15 gün devâm eden gündüzünde [+1350C] sıcaklık olduğu ve hava, su bulunmadığı ve devâmlı hacer-i semâvî yağdığı ve ay yüzeyinde hayâtın imkânsız olduğu anlaşılmışdır.

Apollo-8, atmosfere, sâatde kırkbin kilometre sür’atle dâhil oldu. Atmosfer tabakasına asgarî 5,4 derece ve a’zamî 7,5 derecelik bir zâviye ile dâhil olmak için hizmet kısmındaki motorlardan istifâde edildi. Atmosfere girerken, hizmet kısmı da koparak ayrıldı. Atmosfere dâhil olurken yukarıda bildirilen giriş zâviyesinin te’mîn edilmesi şart idi. Çünki, 5,4 dereceden küçük olsaydı, su üstünde sekerek giden bir taş gibi, atmosfer üzerinde seke seke fezâ boşluğunda gidecekdi. 7,5 dereceden dahâ büyük olsaydı, fezâ gemisi harâb olacakdı. Bu sebeble 45 kilometre derinlik ve ikibin kilometre genişliğindeki bir sâhadan atmosfere dâhil oldu. Zemîne 3047 metre kala, otuz metre kutrunda üç dev paraşüt vâsıtasıyle, sâatde elli kilometre sür’atle Pasifikde, evvelce tesbît edilmiş olan mahalle indi. Atmosfere duhûlünden bir kaç sâniye sonra, hava tabakasına delk ve temâs sebebi ile Apollo-8 in hâricî sathında sıcaklık  [32000C] yi tecâvüz etmişdi.

[1388] hicrî ve [1968] mîlâdî seneleri nihâyetine kadar Amerikada, insan ile fezâ seyâhati adedi 18 dir. Fezâya gönderilen insan sayısı, 32 dir. Dâhilinde insan bulunan fezâ gemilerinin fezâda kaldıkları müddet, 3215 sâatdir. Fezâda kapsül dışında yaşanılan müddet 12 sâatdir. Fezâda cihâzların birleşmesi 12 def’adır. Fezâ gemisi adedi 12 dir. Ruslarda bu rakamlar, 10, 13, 629 sâat 10 dakîka, 2 def’a, 1 adeddir. Bu mukâyese rakkamlarından çıkarılan netîce şudur: Fezâ çalışmalarında ve ay seyâhatlerinde, Amerikalılar, Ruslardan çok ileridedir.

[m. 1969] senesi Temmuzun onyedinci günü Amerikadan atılan füze ile ikinci olarak aya üç astronot gönderildi. 21 Temmuzda onaltı tonluk örümcek şeklindeki cihâzla aya inerlerken iki astronot telsizle şu haberi gönderdi: (Kim olursanız olunuz, nerede bulunursanız bulununuz. Şu ândaki işimizi düşünerek, kendi âdetlerinize göre Allaha düâ ediniz!). Aya inen cihâzın oniki tonu yakıt idi. Tûlü 6,98, kutru 9,4 metre, hacmı 4,5 metre-küp idi. Beş köşeli bir topaç gibi idi. Dört müteharrik ayaklı, dört milimetre kalın alüminium ile kaplı idi. Ay üzerinde yirmibirbuçuk sâat kaldı. İki astronot ay yüzeyine merdivenle inip, iki sâat onüç dakîka kaldı. Aya telsiz merkezi ve bayrak yerleşdirdiler. Ay sathı, taş parçaları ve ince kum idi. Aydan yirmibeş kilo taş parçaları aldılar. Ay çekimi dünyâdan altı def’a azdır. Örümcek, aydan kalkıp, yörüngede dönen hizmet kısmı ile birleşdi. İki astronot buradaki arkadaşlarının yanına geçip örümceği atdılar. İdâre kısmındaki motorları ateşliyerek 9100 kilometre hızla ay mahrekinden ayrıldılar. Pasifiğe indiler.

Astronotlardan (Alan Bean) hâtıralarını anlatmağa şöyle başlamışdır:

İnsan uzayda uçarken pek az kimseye nasîb olan bir fırsat elde ediyor. Ufkunu genişletmek arzûsu. Gerçekden, bu yolculukdan sonra içimde, insanları, Allahı, Kâ’inâtı ve bunların arasındaki ilişkileri dahâ iyi öğrenmek, anlamak arzûsu doğdu.

Amerikalıların üçüncü ay yolculuğunu yapan (Apollo-14) gemisi, 31 Ocak 1971 Pazar günü, Huston fezâ merkezinden fırlatıldı. Üç astronot ayda otuzüçbuçuk sâat kalmış, dokuz gün sonra, Şubatın onbirinci Perşembe gecesi, büyük Okyanus denizine inmişlerdir. Ayda büyük bir tedkîk laboratuvarı bırakmışlar ve elliiki kilo aytaşı ve toprağı getirmişlerdir. Astronotları taşıyan hucre, hizmet hucresinden ayrıldıkdan iki dakîka sonra, sâatde otuzsekizbin kilometrelik sür’atle atmosfere girmiş, az sonra paraşütleri açılarak denize inmişdir.

Rusların 6 Hazîran 1971 günü fezâya gönderdikleri (Soyuz-11) fezâ cihâzı, felâketle ve yüz karası ile netîcelendi. 30 Hazîranda dünyâya dönen kapsülün içindeki 3 fezâ adamı ölmüş görüldü. Amerikalılar 26 Temmuz 1971 de aya Apollo-15 gönderdi. 12 dakîkada dünyâ yörüngesine girdi. Ayda 67 sâat kaldılar. Otomobil yürütdüler. Üç ay adamı 7.8.1971 günü sâlimen dünyâya döndü. 77 kg. ay taşı getirdiler.

1392 [m. 1972] senesinin son ayında da, Apollo-17 ile üç astronot gönderdiler. İkisi ay üzerine inip gezdiler. Dünyâya getirdikleri penbe taşlardan, ayda su ve hayât olmadığı bir kerre dahâ anlaşıldı.

İslâm dîni, aya, yıldızlara gidilmesine mâni’ değildir. Mülk sûresinde, bütün yıldızların birinci semâda bulundukları açık olarak bildirilmiş olduğu, (Tefsîr-i Mazherî)de yazılıdır. Rahman sûresindeki bir âyet-i kerîmede meâlen, (Ey cin ve ey insan! Gücünüz yeterse, yer yüzünden ve semâlardan dışarı çıkınız. Çıkmanız için, çok kuvvet ister. O kuvvet de sizde yokdur) buyruldu. Bu âyet-i kerîme, insanın ve cinnin aya çıkamıyacaklarını göstermiyor. Cinnîler, göklerin yedi tabakasına da çıkarlardı. (Mevâhib-i ledünniyye tercemesi) 463. cü sahîfesinde diyor ki, (Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” dedi ki, önceleri şeytânlar göklere çıkmakdan men’ olunmazlar idi. Göklere girerler, meleklerden işitdiklerini, kâhinlere haber verirlerdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” doğduğu zemân, göklere çıkmakdan men’ olundular). Şeytânlar, cinnin kâfir olanlarından bir sınıfdır. İblîsden üremişlerdir. Bu haber, göklerden dışarı çıkılamaz ise de, göklere ve birinci semâda oldukları için, aya ve yıldızlara, insanların ve cinnin çıkmalarının mümkin, hattâ cin için vâkı’ olduğunu göstermekdedir.