|
46 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 77. ci MEKTÛB Bu mektûb, kıymetli oğlu Muhammed Sa’îd “kuddise sirruh” hazretlerine yazılmış olup, Kâ’be-i mu’azzamanın hakîkatinde olan sırları ve nemâzın ve Kelime-i tevhîdin hakîkatlerindeki incelikleri bildirmekdedir: Allahü teâlâya hamd olsun ki, bize doğru yolu gösterdi. Eğer O, merhameti ile, doğru yolu bildirmeseydi, kim bulabilirdi? Rabbimizin Peygamberlerine inanırız “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. En yüksek mertebede yalnız nûr idi. [Bu nûr, nasıl olduğu bilinmiyen bir nûrdur.] Burayı, Kâ’benin hakîkati bulmuş ve yazmışdım. Bu mertebenin üstünde, dahâ yüksek bir mertebe var ki, Kur’ân-ı kerîmin hakîkatidir. Kâ’be-i mu’azzama, Kur’ân-ı kerîm sebebi ile, herkesin kıblesi olmuş ve kendine karşı secde olunmakla şereflenmişdir. İmâm, Kur’ândır. Önde Kur’ân-ı kerîmdir. Öne alınan ise, Kâ’bedir. Bu mertebe, Allahü teâlânın, nasıl olduğu bilinmiyen vüs’atinin başlangıcıdır. Anlaşılamıyan âlemin ayrıldığı derecedir. Bu pek yüksek mertebede vüs’at, uzunluğun ve genişliğin çokluğu ile değildir. Böyle vüs’at, mahlûkda olur ve noksânlık, kusûr alâmetidir. Orası, öyle bir makâmdır ki, yetişemiyen, tatmıyan anlayamaz. O mertebedeki ayrılık da, bildiğimiz iki başka şeyin ayrı olması, benzemedikleri için, ayrılmaları değildir ki, bunlar parçalanmakla, dağılmakla olur ve maddenin, cismin hâssasıdır. Allahü teâlâ, cism değildir. Orada, birşey ve başka başka iki şey düşünülemez. Çünki, orada ayrılık gayrılık ve ikilik yokdur. Düşünmek de olamaz. Fârisî iki beyt tercemesi: Bir kuş var ammâ, nasıl bildireyim sana, Ankânın adını duymuş herkes, bilmese de cismini, Orada, hernekadar, birşey düşünülemez ise de, birşey düşünülse ve bu şey incelense, o mertebede bu şeye mahsûs olacak ve başka birşeyde bulunmıyacak hiçbir hâl, hâsıl olmaz. Zâten orada, birşeyi incelemek de olmaz. Bununla berâber, düşünülen o iki şey arasında, ayrılık vardır. Biri diğerinden başkadır. İnsanlardan, kendisine hiçbir yol açmıyan, yalnız tanıyamamak, anlıyamamak yolunu açık bırakan Allahım! Sen, insanların düşünebilmesinden çok uzaksın! Onu anlıyamamak, anlaşılamıyacağını anlamak, Evliyânın en büyüklerine nasîb olur. Anlamamak başkadır, anlıyamamak başkadır. Meselâ, o mukaddes mertebede, ayrılık olmadığını söylemek ve Zât-ı ilâhînin her kemâlini, birbirlerinin aynı bulmak, ya’nî ilm, kudretin aynıdır demek ve kudret, irâdenin aynıdır demek, o mertebedeki ayrılığı anlamamakdır. Hâlbuki, o mertebede ayrılıklar olduğunu söylemek, fekat bu ayrılıkların nasıl olduğunu anlıyamadığını söylemek, o mertebedeki ayrılığı anlıyamamakdır. Anlamamak, cehâletdir. Anlamakdan acz ise, ya’nî anlıyamamak ise ilmdir. Anlıyamamak, hattâ iki ilmdir: Birisi, birşeyi bilmekdir. İkincisi, o şeyin özünü, büyüklüğünden dolayı anlıyamadığını bilmekdir. Bir üçüncü ilm dahâ da söyliyebiliriz ki, o da, kendinin kul olduğunu gösteren aczini ve kusûrunu bilmekdir. Bilmemek, cehldir demişdik. Ba’zan bu cehl, cehl-i mürekkeb olur ve bilmediğini bilmez de, biliyorum sanır. Bilememekde ise bu hastalık yokdur ve hattâ olamaz. Çünki, aczini, kusûrunu söylemekdedir. Bilmemek ile bilememek aynı olsaydı, bütün câhiller ârif olurdu ve cehlleri, kemâllerine, üstünlüklerine sebeb olurdu. Hattâ, o mertebede, cehli çok olan dahâ çok ârif olurdu. Çünki, orada ma’rifet, bilmemekdir. Hâlbuki bu söylediklerimiz, bilememek için doğrudur. Çünki, bilememesi çok olan, dahâ ârif olur. Bilememek, kötülemeğe benziyen bir medh, kusûra benziyen bir kemâldir. Bilmemek ise, tam bir kötülemekdir ki, medh etmenin kokusunu bile duymaz. Yâ Rabbî! Seni tanımakdan aczimizin büyüklüğünü, ya’nî tanıyamayacağımızın çokluğunu bilmemizi artdır! Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh”, bu fakîre gösterilen bu farkı düşünseydi, ma’rifetden acze, ya’nî tanıyamamağa cehl demezdi ve (Bilen de ve “Anlamanın bilinememesi, anlamakdır” diyen câhil de, bizdendir) demezdi. Bundan sonra, birinci kısmın ilmlerini, ya’nî bilenlerin, bildiklerinden birşeyler söylemiş ve bununla mübâhât eylemiş, ya’nî öğünmüşdür. Bu ilmler, yalnız bana bildirildi deyip, Peygamberlerin sonuncusu “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bile bu bilgileri, Evliyânın sonuncusundan [ya’nî kendisinden] alıyor demişdir. Kendisine Evliyânın sonuncusu dedi. Bu sözlerinden dolayı, birçok kimseler onu beğenmiyor. Onu sevenlerden (Füsûs) kitâbını şerh edenler de, bu sözlere ma’nâ bulmak için, çok uğraşmışlardır. Bu fakîre göre, diyebilirim ki, Şeyh-i ekberin bu sözleri, ya’nî bu bilgileri, o aczden katkat aşağıdır. Belki o acz ile hiç ilişiği bile yokdur. Çünki, onun ilmi zıllere, sûretleredir. O acz ise, asldadır. Sübhânallah! Bu sözü söyliyen, Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü anh”. Bu acze mazhar olan, odur ki Âriflerin başı ve Sıddîkların reîsidir. Bu aczden ileride olan ilmin ne kıymeti vardır? Bu âcizden ileri, hangi kâdir vardır. Fekat o, Sıddîkın “radıyallahü anh” üstâdına “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” böyle söylenince, ona da bunu söylerse, ne denebilir? Ne tuhaf şey ki, Şeyh-i ekberi “kuddise sirruh” böyle sözleri ile ve câiz olmıyan bir çok bilgileri ile, yine makbûller, sevilenler arasında görüyorum. Evliyâ arasında bulunuyor. Fârisî mısra’ tercemesi: Kerîmler ile yapılan işler kolaydır. Evet, ba’zıları düâ edene gücenir. Bir kısmı da, söğene, kötüleyene güler. Şeyh-i ekberi red eden, beğenmiyen, tehlükededir. Onu, sözleri ile birlikde kabûl eden de, tehlükededir. Onu kabûl etmelidir. Fekat, islâmiyyete uymıyan sözlerini red etmelidir. Onu kabûl ve red etmek arasında orta yol da, bu fakîrin beğendiği ve gösterdiği, işte bu yoldur. Herşeyin doğrusunu, ancak Allahü teâlâ bilir. Yine sözümüze gelelim. Kur’ân-ı kerîmin hakîkati dediğimiz bu mukaddes mertebeye, nûr da denemez. Zât-i ilâhînin diğer kemâlâtı gibi, buraya da, nûr yanaşamaz. Burada, nasıl olduğu bilinemeyen bir vüs’atden ve anlaşılamıyan ayrılıklardan başka birşey bulunamaz. Bu mertebenin üstünde, dahâ yüksek bir mertebe vardır ki, bu da nemâzın hakîkatidir. Bunun âlem-i şehâdetdeki sûreti, nihâyete yetişmiş büyüklerin kıldığı nemâzdır. Bu mertebenin vüs’ati, pekçokdur. Bilinemiyen ayrılıkları, farklılıkları vardır. Çünki, Kâ’benin hakîkati, ondan bir parçadır. Kur’ân-ı kerîmin hakîkati, onun bir kısmıdır. Nemâzda, ibâdetlerin kemâlâtının hepsi bulunur. Hâlis ma’bûdluk olan aslın aslı ile berâberdir. Ya’nî, bütün ibâdetleri kendinde toplamış olan nemâzın, hakîkati bulunan mertebenin üstü, herşeyin aslıdır ve bağlandıkları mertebedir. Bu mertebede vüs’at da, kısalıkdır. Bilinemiyen ayrılık da yokdur. Ma’bûdluk ancak bu mertebenin hakkıdır. Peygamberlerin olgunları ve Evliyânın büyükleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” nemâzın hakîkati olan makâmın sonuna kadar yükselebilirler ki, burası ibâdet edenlerin, ibâdetlerinin mertebesinin nihâyetidir. Bu makâmın üstü, yalnız ma’bûdluk mertebesidir. Hiç kimse, hiçbir sûretle bu devlete ortak olamaz. Nerede kaldı ki dahâ yukarı çıkıla. İbâdet ve ibâdet edicilik bulaşan her mertebeyi, kalb gözü ile görmek mümkin olduğu gibi, buralara yükselmek de olabilir. Hâlis ma’bûdluk makâmına yükselmek olamaz. Tesavvuf yolu, oraya götürmez. Fekat, Allahü teâlâya hamd olsun ki, orayı göstermekden mahrûm bırakmadılar. İsti’dâda, kâbiliyyete göre müsâ’ade etdiler. Mi’râc gecesi (Dur yâ Muhammed!) buyurulması, belki bu hâlis mertebenin üstü, vücûd mertebesidir. Zât-i ilâhînin tecerrüd ve tenezzüh mertebesidir. Buraya yol yokdur. (Lâ ilâhe illallah) kelime-i tayyibesinin hakîkati, bu mertebededir ki, uydurma ma’bûdlara ibâdet edilmiyeceği hakîkati, buradadır. Ondan başka ibâdete lâyık ve müstehak kimse bulunmıyan hakîkî ma’bûdün isbâtı, bu makâmda hâsıl olur. Âbidlik ve ma’bûdluk arasındaki tâm ayrılık, burada âşikâr olur. Âbid, ma’bûdden, olduğu gibi, ayrılır. Nihâyete kavuşanlar (Lâ ilâhe illallah) kelimesini (Allahü teâlâdan başka ma’bûd yokdur) olarak bilirler ki, islâmiyyet de, böyle bildirmekdedir. Allahü teâlâdan başka mevcûd yokdur veyâ maksûd yokdur gibi ma’nâlar, başlangıçda ve yolun ortasında olanlar içindir. Maksûd yokdur ma’nâsı, mevcûd yokdur ve vücûd yokdur ma’nâlarından yüksek olup (Allahü teâlâdan başka ma’bûd yokdur) ma’nâsına dahâ yakındır. Şunu bilmelidir ki, bu mertebede, nazarın, görmenin ilerlemesi ve kalb gözünün kuvvetlenmesi, nemâz kılmakla olur. Nihâyete erenlerin ibâdetleri, hep nemâz kılmakdır. Başka ibâdetler, belki nemâzın kemâline yardımcı olurlar. Nemâzda bir kusûr olursa, onu temâmlarlar. Bunun için olabilir ki, (Nemâzın güzelliği, îmânın güzelliği gibi, kendisindendir. Başka ibâdetlerin güzellikleri, kendilerinden değildir) demişlerdir. Vesselâm. [İbâdet, Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmakdır. Ubûdiyyet, Allahü teâlânın işinden râzı olmakdır. Ubûdet, Allahü teâlânın, nelerden râzı olduğunu bilmekdir. (Reşehât)da, Ubeydüllah-i Ahrâr buyuruyor ki, (İbâdet, Allahü teâlânın emrlerini yapıp, yasaklarından kaçınmakdır. Ubûdiyyet, Allahü teâlâya teveccüh ve ikbâldir. Ya’nî, kalbin huzûru, âgâhlığıdır)]. |