|
30 — İSLÂMİYYET VE FEN Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve kitâbların gönderilmesine sebeb ve bildirilmesi en lüzûmlu olan emr, yerlerin, göklerin yaratanının varlığını, Onun bir olduğunu, ilm ve başka üstün sıfatları bulunduğunu, kudret ve büyüklüğünün sonsuz olduğunu kullara bildirmekdir. İnsanların çoğu, gördüklerine, duyduklarına, göründüğü gibi inanıp, içlerini, inceliklerini anlıyamadıklarından, Allahü teâlâ, kitâblarında, varlığına, büyüklüğüne alâmet olan, mahlûklarının en büyükleri ve en açıkda bulunan ve insanların çok şaşdığı her bakımdan düzgün görünen ayı, güneşi ve yıldızları, her çeşid insanın anlıyabilmesi için, göründükleri gibi ta’rîf buyurmuşdur. Bunların hesâblarını, kanûnlarını, iç yüzlerini açıklamıyarak, câhil olan çoğunluğu, anlıyamıyacağı şeylerle uğraşmağa zorlamamış, bunları her asrdaki zekî, akllı, seçme kimselerin çalışarak anlamalarını teşvîk buyurmuşdur. İnsanların buluşları, zemânla değişmekde, bir vaktler doğru, güvenilir sanılan buluşların, sonradan yanlış olduğu anlaşılmakdadır. Her asrın insanları, zemânlarındaki son buluşların doğru olacağına inandıkları için, muhtelif asrlardaki insanların inanışları başka başka olmuş, bu inanışlar, günâh, küfr olmamışdır. Çünki, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” kitâblarına uymıyan, bunlarda bildirilenleri inkâr eden inanışlar, suç olur. Cenâb-ı Hak, kullarını küfrden, suçdan korumak için, herkesin anlıyamıyacağı, inanamıyacağı fen bilgilerini, kitâblarında açıklamayıp, bunlara işâret buyurmuş, yer küresini, güneşi, gökleri göründükleri gibi anlatarak, bunlardan ibret alınmasını, varlığının, büyüklüğünün anlaşılmasını emr eylemişdir. Kâdî Beydâvî “rahmetullahi aleyh”, Nahl sûresinde, (Kullarıma hikmet ile ve güzel va’z ile beni tanıt!) meâlindeki yüzyirmibeşinci âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken, (Anlayışlı, tahsîlli olanlara, fen bilgileri ile; hislerine tâbi’ olan câhil halka da, görünenleri anlatmakla bildir, demekdir) buyuruyor. Yehûdî ve hıristiyanlar, kitâblarında, görünüşe göre bildirilenleri okuyunca, hakîkatleri de böyle sanarak, yeryüzünü düz ve hareketsiz, güneşin bunun etrâfında döndüğünü, göklerin yer üzerine çadır gibi kapatılmış olduğunu, Allahü teâlânın, insan gibi, kürsîde oturup, işleri yürütdüğünü sanmışlar, tecribe ile bulunan fen bilgileri, bu inanışlarına uymadığından, fen adamlarına dinsiz demişlerdir. Fen adamları, bu haksız hükm karşısında, yehûdîliğe ve hıristiyanlığa saldırmışdır. Meselâ, din düşmanlığı ile tanınan William Draper (İlm ile dînin çatışması) adlı kitâbında, (Kâ’inâtdan ayrı, kâ’inâta hâkim, dilediğini yapabilen bir insan yokdur) diyor ki, bu sözü, Allahü teâlâyı bir insan sanıp bunu inkâr etmekde olduğunu göstermekdedir. Bir yerinde de, (Kâ’inâtda herşeye hâkim bir kuvvet varsa da, bu papasların inandığı ilâh değildir) diyerek, Allahü teâlânın, fizik, kimyâ kuvvetlerinin en büyüğü olacağını zan etdiğini göstermekdedir. Görülüyor ki, fen adamları arasında dinsiz olanlar, yâ papasların ve câhil halkın yanlış anladıkları şeylere haklı olarak saldırmış, yâhud zemânlarının fen bilgileri arasına sıkışıp kalmış olan kafaları ile düşündüklerini, hayâlî inanışlarını inkâr etmişlerdir. Eğer, islâm âlimlerinin, Kur’ân-ı kerîmden çıkardıkları fenne bağlı bilgileri, bunların inceliğini, doğruluğunu okuyup anlasalardı, hepsi hakîkati görüp, seve seve müslimân olurdu. Neml sûresindeki, meâl-i şerîfi, (Dağları, yerinde duruyor görüyorsun, hâlbuki bunlar bulut gibi hareket etmekdedir) olan seksensekizinci âyet-i kerîmesini Kâdî Beydâvî tefsîr ederken, (Yerinde duruyor gördüğün dağlar, bulut gibi, boşlukda hızlı gitmekdedir. Büyük cismler, bir cihete doğru hızlı gidince, üstündekiler, bunun hareket etdiğini duymaz) buyurmakdadır. Fahreddîn-i Râzî, Enbiyâ sûresi, otuzüçüncü âyetinin tefsîrinde, ayın, güneşin, yıldızların felekde, ya’nî mihverleri ve yörüngeleri [mahrekleri] etrâfında döndüklerini, Dahhâk ve Kelbînin söylediğini yazmakdadır. Fahreddîn-i Râzî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Bekara sûresi, yirmidokuzuncu âyetini tefsîr ederken diyor ki, (Hidâye) fizik kitâbının ve (Îsâgucî) mantık kitâbının yazarı olan Esîrüddîn-i Ebherî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Batlemyus [Ptolemé]nin (Mecistî) adındaki astronomi kitâbını okuturdu. Bunu okutmasını hoş görmiyen biri, müslimân çocuklarına böyle ne okutuyorsun diye sorunca, meâl-i şerîfi, (Yerleri, gökleri, yıldızları, bitkileri ne güzel yaratdığımızı görmiyorlar mı?) olan Kaf sûresinin altıncı âyetini tefsîr ediyorum diyerek, cevâb vermişdir. İmâm-ı Râzî, Ebherînin bu cevâbının doğru olduğunu, tefsîrinde yazmakda ve Allahü teâlânın mahlûklarını inceliyen fen adamları, Onun büyüklüğünü, iyi anlar demekdedir. [Birinci kısmda, yirmidördüncü maddeyi okuyunuz!] Aynalarda ışıkların yansıması kanûnlarını bulan, Muhammed bin Hasen ibni Heysemdir. Avrupalılar buna (Alhazem) derler. 354 [m. 965] de Basrada tevellüd ve 430 [m. 1039] da Mısrda vefât etmişdir. Matematik, fizik ve tıb ilmlerinde yüze yakın kitâb yazmış, eserlerinin çoğu Avrupa dillerine terceme edilmişdir. Türkistânlı Alî bin Ebilhazm doktor idi. Tıb ilmindeki buluşlarını bildiren kitâbları, bu ilmde kıymetli kaynak olmuşlardır. Akciğerlerdeki kan deverânının şemasını ilk çizen budur. Din bilgilerinde de derin âlim idi. İbn-ün-Nefîs ismi ile meşhûr olup, 607 [m. 1210] de Türkistânda Karş şehrinde tevellüd, 687 de Mısrda vefât etdi. İslâm cerrâhlarından, meşhûr operatör Amr bin Abdürrahmân Kirmânî, Endülüs hastahânelerinde ameliyât yapardı. 458 [m. 1066] de orada vefât etdi. Ebû Bekr Muhammed bin Zekeriyyâ Râzî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bir islâm tabîbi idi. Göz ameliyâtı yapanlardan biri idi. Yüze yakın eseri olup, (Ber-üs-sâ’), (Kitâb-ül-hâvî) ve diğer kitâbları, tıb ilmine olan hizmetinin şâhidleridir. Avrupada Razes ismi ile meşhûrdur. 240 [m. 854] da Rey şehrinde tevellüd ve 311 [m. 923] de Bağdâdda vefât etmişdir. Tıb tahsîlini Bağdâdda yaparak, mütehassıs olmuşdur. İlâclar ve kimyâ üzerinde de kıymetli kitâbları vardır. [Ebû Bekr Ahmed bin Alî Râzî başka olup, hanefî fıkh âlimi idi. 370 de Bağdâdda vefât etdi.] Peygamberimizin torunu hazret-i Hüseynin kızı Sitti Sükeynenin, islâm tabîbleri tarafından, gözbebeği çıkarılarak, tekrâr yerine konduğu, (Müncid)de yazılıdır. Meşhûr İbni Hazm Alî bin Ahmed, (El-fasl) kitâbında, yer küresinin yuvarlak olduğunu ve döndüğünü âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerle, bundan dokuz asr önce isbât etdi. Yer küresinin çapı ve güneşin irtifâ’ dereceleri Mûsâ bin Şâkirin oğulları Ahmed ve Muhammed tarafından, halîfe Me’mûn zemânında Sincâr ve Küfe sahrâlarında ölçüldü. Bu iki kardeşin yapdıkları astronomi âletleri, o zemân müslimânların ilme ve fenne verdikleri ehemmiyyetin açık senedleridir. Ahmed 265 de, Muhammed 259 [m. 873] da vefât etdi. Cebr ve astronomi kitâbları Rozen tarafından ingilizceye terceme edilmiş, 1247 [m. 1831] de, arabîsi ile birlikde Londrada tab’ olunmuşdur. İmâm-ı Ca’fer Sâdıkın talebesi Câbir bin Hayyânın simyâ ve kimyâ üzerindeki çalışmalarını bildiren kitâbları meşhûrdur. Avrupada, liselerde, bunlar gibi dahâ nice müslimân fen adamlarının hiçbirinin ismi talebeye öğretilmiyor. İslâm memleketlerinde de müslimân çocuklarına, dedelerinin fenne olan hizmetleri bildirilmiyor. Büyük buluşları olan islâm âlimlerinin ismleri bildirilmiyor. Ufacık birşey yapmış olan hıristiyanlar, fen adamı olarak övülüyor. Hindli molla Kudsî (Esrâr-ı melekût) adındaki arabca astronomi kitâbında, yer, ay, güneş, gökler, yıldızlar hakkındaki âyet-i kerîmelere, islâm âlimlerinin, vakti ile verdikleri ma’nâları bir araya toplıyarak bugünün yeni buluşlarına tâm uygun olduğunu göstermiş, bu kitâbını sultân Abdülmecîd hâna takdîm ederek, çok makbûl olmuşdu. Elbüstânlı hayâtî zâde Halîl Şeref efendi, bu kitâbı terceme ve şerh ederek, (Efkâr-ı ceberût) ismini vermiş, bu şerh [1265] de İstanbulda basılmışdır. Fen adamları, islâm kitâblarını okuyunca, Kur’ân-ı kerîmin, her tecribeyi, her yeni buluşu, olduğu gibi haber vermiş olduğunu görerek, hayrân kalmakdadır. Fenden ve islâm kitâblarından haberleri olmayanlar, islâm düşmanlarının, papasların yazdığı kitâbları okuyup, islâmiyyeti yanlış tanıyor ve din câhili oluyorlar. Böylece körü körüne islâm düşmanı kesilen ba’zı câhiller, kendilerine şâ’ir, gazeteci, romancı, güzel san’atcı, hattâ din adamı, islâm târîhi mütehassısı gibi ismler takarak, çok çirkin yalan, iftirâ dolu yazılarla, gençleri dinsiz yapmağa uğraşıyorlar. Kendilerini de, milleti de felâkete sürükliyorlar. Bu câhillerin bir kısmı da, birkaç fen kitâbı okuyup, kendilerini fen adamı sanıyor. Avrupadaki fen adamlarının hıristiyanlığa karşı haklı inkârlarını, i’tirâzlarını, çelik gibi sağlam olan islâm dînine bulaşdırmağa yelteniyor. Bu fen taklîdcileri düşünmiyor ki, bir fen adamı, çalışdığı fen kolunda, hattâ ihtisâsı olan branşda konuşursa, sözü kıymetli olur. İhtisâsı dışında konuşması ve hele başka işlerdeki mütehassısların sözlerine karışması, kıymetsiz olduğu kadar, gülünc de olur. Fen adamı olmak, insana, her ilmde söz sâhibi olmak salâhiyyetini vermez. İyi bir kimyâcı, herhangi bir doktorun koyduğu teşhîsi bozamaz. İyi bir avukat, herhangi bir kimyâgerin raporunda fen hatâsı iddi’â edemez. İyi bir mühendis, bir avukatın ihtisâsına nüfûz edemez. Fen adamları, kendi fen şu’belerinde ve ihtisâslarında bile, ne kadar hatâ ediyor, aldanıyorlar. Bir tarafdan maddenin, kuvvetin ve hayâtın sırlarından, bir veyâ bir kaçını çözerek, fâideli buluşlar başarırken, bir tarafdan da, öyle yanılıyorlar ki, medeniyyetin ilerlemesine, dünyâ çapında zarârlı oluyorlar. Bunun misâlleri pek çokdur. Meselâ, İngilizlerin büyük matematik âlimi olan meşhûr Newton, bir tarafdan, dahâ yirmiüç yaşında, bugünkü astronominin temeli olan, umûmî câzibe kanûnunu bularak ve kendi ismi ile anılan dürbünü keşf ve beyâz zıyânın yedi renge ayrılacağını tecribe ile isbât ederek, fen âlemine unutulmıyacak hizmetde bulunurken, öte yandan, zıyânın, ışık kaynağından saçılan zerrelerden hâsıl olduğunu söyliyerek ve aklınca isbât ederek, fizik ilminin bu kısmının senelerce ilerlemesine mâni’ olmuşdu. Sonradan, titreşim nazariyyesi kurulunca, Newtonun hatâ etdiği, kat’î anlaşıldı. Bunun gibi, bugün kimyânın babası ismi verilen ve hakîkaten, kimyâya terâzîyi sokmakla, Aristonun yanlış nazariyyelerini temelinden yıkarak, tecribî ilmlere, yeni, müsbet bir çığır açan Fransız kimyâgeri Lavoisier, bir tarafdan, fennin bugünkü dereceye ilerlemesine çok hizmetde bulunmuş, bir tarafdan da, mütehassıs olduğu kimyâ ilminde öyle hatâlar yapmışdır ki, onun buluşu olduğu için kitâblara geçen, üniversitelerde okutulmuş olan bu sözleri, bugün bir orta mekteb talebesi söylerse, sınıfda bırakılır. Meselâ, klor gazına bileşik cism, bir oksid diyordu ve hâmızları [asidleri] yanlış anlatıyordu. Lavoisiernin en büyük hatâsı, doğru tecribesini, kıymetli buluşunu îzâh ederken, câhillerin ve dinsizlerin, çok eskiden beri söylemekde oldukları bir sözü tekrârlaması idi. Ya’nî, kimyâ tepkimelerinde, ağırlık değişmediğini görerek, (ağırlığın sakımı kanûnu)nu kurunca, (Tabî’atde hiçbirşey var olmaz ve yok olmaz) diyiverdi. Bunu duyan fen taklîdcileri, (Yokdan birşey yaratılmaz. Hiçbirşey yok olmaz) diye, yaygarayı kopardılar. Fen kitâbı diye çıkardıkları sahîfeleri, bu siyâh yazılarla lekeleyip, güyâ dîni yıkıp islâmiyyeti yere serdiler (?). Îmân kal’asını uçuracak fennî bir kuvvete sâhib oldular! Hâlbuki, Lavoisier, herşeyin kimyâ ile olduğunu, Allahü teâlânın da, onun görebildiği kanûn içinde kalacağını, bu kanûndan başka hâdiseler olmadığını sanarak, bu hatâya düşmüşdü. Lavoisier adındaki bu kimyâgerin, kimyâ olaylarında, maddenin artmadığını ve azalmadığını görmesi, (İnsanlar hiçbirşey var edemez ve yok edemez) hakîkatini meydâna çıkarmakdadır. Başka din düşmanları gibi, bu da, tecribesinden yanlış netîce çıkararak dîne saldırdı. Fekat, böylece kendini lekeledi. Çünki, bugünkü (fiziko-kimyâ) bilgisi, kimyânın ulaşamadığı atomun derinliklerine girerek, Lavoisiernin aldandığı isbât edilmiş, Einsteinın (relativite nazariyyesi), kütlenin korunması kanûnu bile modifie edilmişdir. Ya’nî değişdirilmişdir. Bu sûretle anlaşılmışdır ki, madde, Lavoisiernin sandığı gibi, dünyânın temeli değildir. İşte fen adamları, kendi ihtisâslarında bile, böyle yanılmış ve insanlığa büyük zarârlar da yapmışdır. Bu yanılmaları, onların fen çerçevesi içindeki kıymetlerini ve ehemmiyyetlerini azaltdı demek istemiyoruz. Onları, fâideli buluşları ile düşünerek, fenne hizmetlerini övüyoruz. Fekat, ihtisâslarında bile yanıldıklarını gösterip, fen adamının, ihtisâsı dışındaki ve hele temâmen başka, derin ve geniş olan din ilmindeki kuru düşüncelerinin, din büyüklerinin, din ilmi ile dolmuş, din zevkı ile doymuş olan o hakîkî büyüklerin sözleri yanında, bir hiç olacağını göstermek istiyoruz. Hakîkî bir fen adamı, bu hakîkati pek iyi kabûl eder. Fekat para adamları, ya’nî para kazanmak, etiket kazanmak için, âdet üzere, birkaç senelik ömrünü çürütüp, birkaç şey ezberliyen fen yobazları, sinema filminden farkı olmıyan rûhsuz dimâglarındaki, birkaç basma ve komprime, silik çizgileri fen sanarak, fennin değil, cehâletin verdiği bir cesâretle ve taşkınlıkla, islâmın yüksek ilmlerine saldırarak helâk oluyor ve insanlığı ebedî felâkete sürükliyorlar. Meselâ, bir fen adamı, jeolojik tabakalar arasında bulduğu bir kemik parçasında tedkîkler yaparak, hayât üzerinde kıymetli bilgiler toplamağa uğraşırken, beri tarafdan, fen yobazları, radyodan veyâ bir broşürden bunu haber alıp, (İnsanların aslı olan maymunun kemikleri bulundu. İnsanların maymundan hâsıl olduğu hakîkat hâlini aldı) yaygarasını basıyor. Saf müslimânları aldatmağa çalışıyorlar. İngiliz fen adamı Darwinin (canlılar arasındaki hayât mücâdelesi) nazariyyesini anlamıyarak ve yanlış alarak, müslimânlığı yıkmağa bir silâh yerinde kullanıyorlar. Evet, yüz seneden beri, birkaç biyolog, hayvanlarda, kan grubları, kan benzerliği, kromozom sayıları, muhîte intibak [adaptasyon] için fizyolojik ve anatomik değişmeler, somatik değişmeler ve harâret, zıyâ, röntgen ve radium şuâ’ları ile ve ba’zı kimyâ maddeleri te’sîri ile çeşidli mutanlar meydâna gelmesi ve nihâyet paleontolojik müşâhedeler ve bütün canlılarda meios ve bunu ta’kîb eden mitoz bölünme bulunması ve ba’zı hayvanlarda körleşmiş uzvlar görülmesi [meselâ insanlarda appandis denilen kör barsak bulunması gibi] ve çok hücreli hayvanların hepsinde rüşeym [embriyon] teşekkül etmesi ve bir hayvanın, embriyon devrelerini geçirirken, çeşidli hayvan vasflarını göstermesi [meselâ insan rüşeyminde pronefroz, mezonefroz, solungaç yarıkları gibi teşekküllerin görülmesi] karşısında, hayvan nev’lerinin, milyonlarca sene içinde, basîtden mükemmele doğru değişdiklerini [ya’nî evolution veyâ desendens denilen evrim bulunduğunu] zan etdi. Canlıların basîtden mükemmele doğru değişdiğini ilk yazan, Fransız doktoru Lamarckdır. Lamarck [m. 1809] da neşr etdiği (Filozofi zoolojik) ismindeki kitâbında (canlıların bir asldan türeyebileceğini) yazdı. Fekat, aynı asrdaki biyologlar, Lamarckın verdiği misâllerin, hayvânların birbirlerine dönmesini değil, cânlıların, bulundukları muhîte intibâk etmelerini (adaptasyonu) göstermekde olduğunu söylediler. İkinci olarak, İngiltereli bir biyologun oğlu olan Ch. Darwin, [m. 1859] da neşr etdiği (Nev’lerin menşe’i) ismindeki eserinde, (Canlılar, bulundukları muhîte uymak için mücâdele eder. Bu hayât mücâdelesini kazananlar yaşayabilir, gayb edenler ölür. Canlıda tesâdüfen husûle gelen değişiklikler, muhîte uyarak yaşamağı te’mîn eder) dedi. Buna da çeşidli i’tirâz edildi. Hattâ, Darwin de göz, beyin gibi karışık uzvların nasıl meydâna geldiğini anlatmakdan âciz olduğunu bildirmiş, bir arkadaşına yazdığı mektûbda, (Gözün teşekkülünü düşündükce tepem atıyor) demişdir. Üçüncü olarak, Hollandalı nebâtâtcı Hugo de Vries, bitkilerde (Saf bir nev’ içinden, tesâdüfen, diğerlerinden farklı ferdler meydâna çıkdığını, bunların yeni evsâfının dölden döle geçdiğini) görerek, buna (mutasyon) [ânî değişme] nazariyyesi dedi. Hâlbuki, mutasyonda yeni uzvlar meydâna gelmiyor. Bundan başka, göz ve beyin gibi, rüşeymin [embriyonun] muhtelif tabakalarından hâsıl olan karışık uzvların teşekkülünü, mutasyon teorisindeki tesâdüfe bağlamak mümkin değildir. Son olarak, paleontoloji mütehassısları, [ya’nî, ilk zemânlarda yaşamış canlıların iskeletlerini ve fosillerini inceliyenler], (Her nev’i canlının kendi nev’i içinde değişebildiğini, bir canlının başka nev’lere dönmediğini) kabûl etmekdedir. Meselâ, birinci zemândaki derisi dikenliler ne ise, şimdikiler de aynıdır. Derisi dikenlilerin, mutasyon ile, fıkralı [omurgalı] hâle döndüğü görülmemiş ve buna âid bir fosil bulunmamışdır. Hâlbuki, canlıların yapısında, en basîtinden, en mükemmeli olan insana doğru, düzgün bir tekâmül bulunduğunu, dahâ önce İbrâhîm Hakkı hazretleri “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Ma’rifet-nâme) kitâbında, misâller vererek yazmış, bunun, nev’lerin değişmesi demek olmadığını da bildirmişdi. Allahü teâlâ, maddeyi, maddedeki değişmeleri inceleyiniz, bunları sizin için yaratdım, hepsinden fâideleniniz dediği gibi, yavruların nasıl tekâmül etdiğini, hayât hâdiselerini de tedkîk ederek, hepsinin müsbet, muntazam esâslara bağlı olduğunu görüp, varlığımı, büyüklüğümü anlayınız! buyuruyor. İslâm dîninin ilme ve fenne verdiği ehemmiyyeti bilmeyen câhil fen taklîdcileri, islâmiyyeti baltalamak, Kur’ân-ı kerîme saldırmak için, fizik, şimik, biyolojik ve astronomik olaylardan, çürük düşünceler, bozuk fikrler çıkarıyor. Bu iftirâlarını, ilm, fen bilgisi diye, gençliğin önüne sürerek müslimân yavrularını aldatıyorlar. Hâlbuki, fennin ilerlemesi, yeni yeni buluşlar, Allahü teâlânın varlığını, bir olduğunu, kudretini ve ilmini dahâ ziyâde meydâna çıkarmakda, islâmiyyeti desteklemekdedir. Îmânımıza saldıranlara aldanmamak için, lise ve üniversitedeki fen bilgilerini iyi öğrenmek ve anlamak lâzımdır. Hakîkî fen adamları, din düşmanlarının sözlerinin ne kadar çocukca ve câhilce olduğunu hep görmekdedir. Dikkat edilirse, yukarıdaki teorilerin hiçbirinde insanın maymundan hâsıl olduğu söylenmemiş, fen adamlarının hâtırına bile gelmemişdir. Evet, paleontolojik devrlerde, canlılarda zemânla tekâmül görülmekde, fekat bu değişmeler, her nev’in içinde olmakdadır. Meselâ, dördüncü zemânın yeni tabakalarında kromanyon ismi verilen insan iskeleti bulunmuşdur. Bizim iskeletimizden farklı olduğu hâlde, paleontoloji mütehassısları bunlara, ilk insanlar demişdir. Diğer tarafdan, üçüncü zemân sonunda yaşayan, antropoid denilen ve bugünkülere benzemiyen, maymun iskeletleri bulunmuşdur. Antropoloji mütehassısları, bunların maymun olduğunu söyliyor. (Fen taklîdcileri), ya’nî (Zındık)lar ise, yapdıkları tercemelerde, kromanyon insanına ve antropoid maymununa, insanın ceddi olan veyâ insanla maymun arasında geçid teşkîl eden fosil diyorlar. Biyologlar, insan ile hayvan arasındaki farkı, yalnız madde bakımından inceliyor. Hâlbuki, insan ile hayvanlar arasında en büyük fark, insanın rûhudur. İnsanlarda rûh vardır. İnsanlık şerefi hep bu rûhdan gelmekdedir. Bu rûh, ilk olarak, Âdem aleyhisselâma verildi. Hayvanlarda bu rûh yokdur. Maddîcilerin, felsefecilerin bu rûhdan haberleri olmadığı için, insanı maymuna yakın sanabilirler. İlk insanların şekli, yapısı, maymuna benzese de, insan insandır. Çünki, rûhu vardır. Maymun ise hayvandır. Çünki bu rûhdan ve rûhun hâsıl etdiği üstünlüklerden mahrûmdur. Görülüyor ki, insan ile hayvan, temâmen ayrıdır. Aralarında, hiçbir zemân, bir geçid olamaz, birbirine dönemez. Hâlbuki, hayvanlardan insana en yakın maymun olduğu, asrlar önce, islâm kitâblarında, meselâ İbni Haldûnun “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Târîhi) mukaddemesinde ve (Ma’rifetnâme)nin yirmisekizinci sahîfesinde yazılıdır. [Birinci kısm, otuzdokuzuncu maddeyi okuyunuz! (Behcet-ül-fetâvâ)da diyor ki, (Maymunlar, eski insanlardan maymuna çevrilenlerin soyundan değildir. Maymunların insan soyundan olduğunu söylemek yanlışdır. Çünki, insandan çevrilen maymunlar üç günden çok yaşamadı. Yok edildiler).] Bunun gibi, hâtırımıza gelen çeşidli misâllerden, ilm nâmına, fen hesâbına utanarak şunu da söyliyelim ki, amib denilen, gözle görülmiyen bir hücreli canlılar, amitoz ile, ya’nî sitoplazma ve çekirdeği tâm ortadan ikiye ayrılmak sûreti ile ürer. Güney Amerikada bir biyolog, amibi sitoplazma ve çekirdeğini ortadan keserek, her iki parçanın yaşamağa devâm etdiğini görmüş. Bu tecribe; zâten amibin üreme tarzına uygundur. Nerde kaldı ki, bu tecribe her zemân aynı netîceyi vermez. Bunu bir mecmû’ada okuyan bir matematikci, bir hesâb mütehassısı, gencleri başına toplıyarak, (Amerikada, amibler parçalanıp öldürüldükden sonra, tekrâr yaşatılıyor. Artık hayâtın sırrı çözüldü. Ölü hücrelere can veriliyor. Bunu birkaç sene evvel okumuşdum. Belki bugün dahâ ilerlemeler olmuşdur) deyip, fennin ölüleri diriltdiği, insanların (Hâşâ) ölüye hayât verdiği, o hâlde, fen ve tabî’at hâricinde, bir kuvvet, bir yaratıcı bulunamıyacağı, Allah fikrinin ilk insanlar, câhiller tarafından (Hâşâ) uydurulmuş olduğu aşılanır ve gençler aldatılmağa çalışılırsa, buna ne denilir? Dinsiz bir hesâb mütehassısının, sonsuzdan sonsuza kadar uzanan matematik sâhasında, islâmiyyeti lekeliyecek bir nokta bile bulamadığı için, başka fen kollarında, anlıyamadığı hâdiselerden çıkardığı yanlış ma’nâlar ile hücûma geçmesi, ne kadar şaşılacak ve acınacak bir hâldir. Yüksek tahsîl yapan bir insanın, böyle alçak hareketleri, yüksek tahsîl ismini lekelemez mi? Alçak görgülü olan bile, bu kadar câhilce konuşur mu? Fen adamlarının tecribelerini, sözlerini işitip de, kendi kurdukları yalanları, plânları, bu sözlerle maskeleyerek, gençleri zehrlemeğe, îmânlarını çalmağa uğraşan din hırsızlarına (Fen yobazı) denir. Fen yobazlarına aldanmamalıyız! İslâm dîninden haberi olmıyan fen taklîdcileri, fen yobazları, gençleri aldatmak, dinden çıkarmak için yalan ve iftirâlarla saldırıyorlar. Din adamlarına yobaz, gerici diyorlar. Din adamları, fen düşmanıdır diyorlar. İslâm kitâblarını okuyan, islâm dîninin ileri, üstün bilgilerini anlıyan, insâflı bir fen adamı, bu yalanlara aldanmaz. Onların kötü niyyetlerini, dost görünen sinsi düşman olduklarını hemen anlar ise de, din bilgisi az olan, ana baba yuvasından bilgi almayan zevâllılar, bu alçakların tuzaklarına düşmekde, felâkete sürüklenmekdedir. Mekteb çocuklarını, (Avrupada matba’a yapılırken, kitâblar basılırken, bizdeki sarıklı, sakallı, kara kafalılar, matba’a günâhdır, gâvur îcâdıdır diyerek yapdırmadılar. Yıllarca geri kalmamıza sebeb oldular. Müslimânlık, çöl kanûnu, türklüğe çok zarârlı oldu) diyerek, dinsiz, îmânsız yetişdirmek istiyorlar. İslâm düşmanlığı aşılıyorlar. İslâmiyyete, ilm, fen, ahlâk yolundan saldıramadıkları için, böyle alçakça yalanlar düzüyorlar, körpe dimâgları zehrliyorlar. Her iftirâları gibi, bu sözlerinin de yalan olduğu meydândadır. Kara zihniyyet dedikleri islâm âlimlerinin en yüksek temsîlcileri olan Osmânlı şeyh-ul-islâmlarından elliyedincisi, Yenişehrli Abdüllah efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, matba’a açmak, kitâb basmak için kendisine soruldukda, bakınız nasıl cevâb vermişdir: İbrâhîm-i Müteferrika adındaki Macar asllı bir müslimân, İstanbulda 1139 [m. 1725] de ilk matba’ayı kurmak isteyince, şeyh-ul-islâma soruluyor: (Kitâb basma san’atını iyi bildiğini söyliyen bir kimse, lügat, mantık, astronomi, fizik ve benzerleri âlet ilmleri kitâblarının harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıdların üzerine basarak, bu kitâbların benzerlerini elde ederim dese, bu kimsenin böyle kitâb basmasına islâmiyyet izn verir mi?). Şeyh-ul-islâm Abdüllah efendi, cevâbında: (Kitâb basma san’atını iyi bilen bir kimse, bir kitâbın harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıdlara basmakla, bu kitâbdan az zemânda kolayca, çok sayıda elde ediyor. Böylece çok ucuz kitâb yazılmasına sebeb oluyor. Fâideli bir iş olduğundan, islâmiyyet bu kimsenin bu işi yapmasına izn verir. Kitâbda yazılı ilmi bilen birkaç kişi, önce kitâbı tashîh etmelidir. Tashîh etdikden sonra basılırsa, güzel bir iş olur) buyurmuşdur. Bu cevâb, (Behcet-ül-fetâvâ) kitâbının (Hazar ve lebs) faslında yazılıdır. İslâm dîninin ilme, fenne nasıl kıymet verdiğini göstermekdedir. Matba’a 851 [m. 1447] de, makinaları ise, 1192 [m. 1778] de keşf edildi. Kâğıd 130 [m. 747] de keşf edildi. Sultân ikinci Abdülhamîd hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” zemânında yetişen din adamlarından, Abdüllatîf Harpûtînin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, [1330] da, İstanbulda basılan (Tenkîh-ul-kelâm fî-akâid-i Ehl-i islâm) kitâbı, fen bilgilerini ve din büyüklerinin bunlar üzerindeki sözlerini uzun bildirmekdedir. Yüzelliüçüncü sahîfede diyor ki: (Fen adamları, cismleri ve cismlerdeki olayları araşdırır, inceler. Bunlar üzerinde deneyler yapar. Madde ve olayları anlar ve anladıklarını bildirir. Gördüklerinden, his etdiklerinden dışarıya çıkmazlar. Bundan dışarıya çıkan, vazîfesinin dışına çıkmış olur. His olunamıyan, incelenemiyen, deney yapılamıyan konular, fen bilgisinin dışında kalır. Böyle konularda, fen adamının sözü kıymetsiz ve ehemmiyyetsiz olur. Bir fen adamı, melek yokdur deyince, meleğin varlığı, fen ile incelenemez, deney ile anlaşılamaz demek isterse, bu sözü, fenne uyar. Fekat, deney ile isbât edilemediği için meleğin varlığına inanılmaz demek istiyorsa, hiç kıymeti olmaz. Söyliyenin yüzüne çarpılır. Çünki, bu sözü ile, kendisi fennin dışına çıkmakda, fenne uymamakdadır. İncelemekle, deneyle varlığı anlaşılamıyan şeyi inkâr etmeğe, var olamaz demeğe kalkışmak, varlığını, fen göstermekdedir demesi kadar yersiz ve fenne aykırıdır. Rûh, melek, cin, Cennet, Cehennem gibi, fen konusu dışındaki varlıkları, madde ve olay sınırları içinde aramak ve deney ile anlamağa uğraşmak, fen adamına yakışmaz. Böyle varlıkları anlamak, mu’cizelerle, üstünlüğü belli Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bildirilmekle ve Peygamberlerden “aleyhimüsselâm” işitmekle olur. Böyle bilgilere, (Ulûm-i nakliyye) denir. Bunlara, (Fen bilgisi) veyâ (Ulûm-i akliyye) denmez. Bu bilgileri, fen yolu ile anlamağa kalkışmak, ekmeği kulağına götürmeğe, kulakla yimeği istemeğe benzer). [Kendilerine müslimân deyip, sarık saran, nemâz kılan ba’zı (fen taklîdcileri), ya’nî (Zındık)lar, böylece cinnin var olduğuna inanmıyor. İnsana cin çarpması, masaldır. Fen asrında, böyle hurâfelere inanılmaz diyor. Cin hakkındaki âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere, yanlış ma’nâlar veriyor.] Kur’ân-ı kerîmdeki, fen ile anlaşılabilen bilgileri anlatan âyetlere, fen bilgilerine, fenne uygun ma’nâ vermek câiz ve lâzımdır. Bu ma’nâları da, ancak islâm âlimleri, ya’nî fen bilgilerinde mütehassıs ve dinde müctehid olan büyükler, müfessirler verir. Fen taklîdcileri, Kur’ân-ı kerîme ma’nâ veremez. Bunların Kur’ân tercemelerine kıymet verilmez. Fennin, tecribenin dışında olan, fen ile ilgisi olmıyan âyet-i kerîmeleri, fen bilgilerine uydurmağa kalkışmak, Selef-i sâlihînin tefsîrlerini değişdirmek, büyük suç olur. Böyle tefsîr ve terceme yapanlar, kâfir olur. Yetmişüçüncü sahîfede diyor ki, (Gök dürbünleri yapılınca görülen yıldızlar ile, mikroskopla görülen küçük varlıklar, dahâ önceki zemânlarda görülemiyor, varlıkları bilinmiyordu. O zemân görülemediği için, bu varlıklara yok demek, yanlış, haksız olduğu gibi, fen adamlarının, bugünkü fen âletleri, fen bilgileri ile anlıyamadıkları şeyleri ve hele, fen, madde bilgisi sınırları dışındaki varlıkları inkâr etmesi, yok demesi de, yersiz ve haksız olur. Fenne uymıyan bir söz, bir câhil sözü olur). Velhâsıl, hakîkî fen adamları, her zemân, islâm dînine âşık olmakda, fen taklîdcileri ise, dîni ve dünyâyı anlıyamıyarak, maddî ve ma’nevî kıymetlere saldırıp, nihâyet göçüp Cehenneme gitmekdedirler. Kur’ân-ı kerîm hakkında batılı meşhûr bilginler, edîbler hayrânlıklarını dâimâ açıklamışlardır. Dünyânın sayılı edîblerinden Geothe, Kur’ânın yalan yanlış Almanca tercemesini bile okudukdan sonra: (İçindeki ifâdelerin büyüklüğü, haşmeti karşısında hayrân kaldım) demekden kendini alamamışdır. İngiliz râhibi Beowort-Smith, (Muhammed ve Muhammede bağlı olanlar) adlı eserinde: (Kur’ân, üslûb temizliği, ilm, felsefe ve hakîkat mu’cizesidir) demekdedir. Kur’ân-ı kerîmi İngilizceye terceme eden Arbeyrry ise: (Ne zemân ezân dinlesem, bana bir mistik müzik gibi te’sîr eder) demekdedir. Marmaduke Pisthall ise, Kur’ân-ı kerîm için: (En taklîd olunamaz senfoni, en sağlam bir ifâde, insanları ağlamağa veyâ coşdurmağa sevk eden bir kudret) ifâdesini kullanmışdır. Bunların yanında birçok batılı filozoflar, yazarlar, ilm ve siyâset adamları, Kur’ân-ı kerîmden, büyük bir takdîr ve büyük bir hayrânlıkla bahsetmekdedirler. Lamartine bile Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” için, (Filozof, hatîb, Peygamber, kumandan, yeni doğmalar koyan, muazzam bir İslâm Devleti kuran adamdır. İnsanların büyüklüğünü ölçmek için kullandıkları bütün mikyâslarla ölçülsün, acabâ ondan dahâ büyük bir insan var mıdır? Olamaz!) demekden kendini alamamışdır. Gibon, (Roma İmperatorluğunun çökmesi ve yıkılması) adlı eserinde, İslâm dîni ve Kur’ân-ı kerîm hakkında şunları söylüyor: (Kur’ân-ı kerîm, Allahın birliğini isbât eden en büyük eserdir). Amerikan astronomi uzmanı Michael H.Hart, Hazret-i Âdemden bugüne kadar gelen bütün büyük insanları birer birer inceliyerek, bunların içinden 100 dânesini ayırmakda, bu 100 kişi arasında, en büyüğü olarak Peygamberimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” göstermekdedir. (Onun kudreti, kendisine Allah tarafından vahy edildiğine inandığı, muazzam eser, Kur’ândan geliyor) demekdedir. Amerikan Chicago Üniversitesi profesörlerinden, tanınmış psikoanaliz uzmanı Jules Masserman 1974 yılının 15 Temmuzunda yayınlanan “Time” mecmû’asının özel nüshasında, (Büyük liderler nerede?) başlığı altında, târîhde şimdiye kadar gelip geçmiş olan önderleri incelemekde, bunların psikoanalizini yapmakda ve bu liderlerin en büyüğünün Muhammed aleyhisselâm olduğunu bildirmekdedir. Dünyânın en büyük tabî’î ilmler âlimlerinden biri olan Max Planck, 1858 yılında Almanyada Kiel şehrinde doğdu. İlk profesörlüğünü Kielde yapdı ve ondan sonra 1889 da Berlin Üniversitesinde çalışmağa başladı. Berlindeki feâliyeti 30 sene kadar sürdü. 1947 de vefât etdi. Max Planck, özellikle Işıldama ile meşgûl oldu. En büyük buluşu, atomlardan çıkan enerji ışınlarının paketler (kvant) hâlinde yayıldığını meydâna çıkarması oldu. Planck, bu buluşuna (Kvantlar Teorisi) adını verdi ve meydâna gelen enerjiyi hesâbladı. (Kvantlar Teorisi formülü: E=h.v olup, E, meydâna gelen enerjiyi Erg olarak belirtir. v ölçülen dalganın frekansıdır, h ise, Planck sâbitesi adını alan bir rakamdır ve 6,624.10-27 ye eşitdir. Böylece herhangi bir enerji dalgasının frekansı ile bu rakam çarpılacak olursa, enerjiyi yukarıda söylediğimiz gibi, Erg cinsinden hesâblamak kâbildir.) Bu buluşu, ona 1918 de fizik nobel mükâfâtını kazandırdı. Max Planck diyor ki: Gerek din ve gerek tabî’î ilmler, üzerimizde kendisine erişmek kâbil olmıyan çok muazzam bir kudret bulunduğunu, bu kudretin dünyâyı kurduğunu ve ona hükmetdiğini ortaya koymakdadır. Ancak bu kudreti îzâh husûsunda kullandıkları dil, birbirinden farklıdır. Fekat her iki îzâh tarzı ayrı bile görünseler, hakîkatde, birbirinin aynıdır. Bu iki îzâh birbirine zıd değildir. Bil’akis birbirini temâmlarlar. Gerek din, gerek tabî’î ilmler, bu âlemi ancak mâhiyetini hiç bir zemân anlıyamıyacağımız, insanların hiç bir zemân erişemiyecekleri bir kudretin yaratabileceğini kabûl ederler. Bu muazzam kudretin bütün azametini biz bilemiyoruz ve hiçbir zemân bilemiyeceğiz. Onun kudretinin ancak en küçük bir parçasını ve dolaylı olarak öğrenebiliriz. Din, bu kudreti ve yaratıcıyı tanımak ve insanları Ona yaklaşdırmak için kendine mahsûs akla hitâbeden semboller kullanır. Tabî’î ilmler ise, bu kudretin tanınması için ölçü ve formüllerden fâidelenir. Hâlbuki, bu iki yolu birleşdirecek olursak, asl o zemân bu yaratıcının ne büyük bir kudret sâhibi olduğu meydâna çıkar ve dînin Allahı ile tabî’î ilmlerin bu kudretin ancak küçücük bir kısmında yapdığı araşdırma, ölçme ve formüller, Onun zâtını ve büyüklüğünü meydâna koyar. Din ile tabî’î ilmleri karşılaşdıracak olursak, hiç bir yerinde bunların birbirinden aykırı bir bilgi vermediğini görürüz. Gerek din, gerek tabî’î ilmler, bir muazzam yaratıcı olmadan bu dünyânın kurulamıyacağını kabûl ederler. Tabî’î ilmlerin bulduğu bütün yenilikler, bu muazzam yaratıcının varlığı ve büyüklüğü hakkında birer vesîkadır. Din ile tabî’î ilmler arasında hiçbir fark yokdur. Ba’zılarının sandığı gibi, tabî’î ilmlerin tutduğu yol ayrı değildir. Bugün ne yazık ki, ba’zı insanlar, tabî’î ilmlerin artık din ile hiçbir ilgisi kalmadığını sanırlar. Hâlbuki bu, çok yanlışdır. Yukarıda îzâhına çalışdığım gibi, tabî’î ilmler, bil’akis dîni inanç ve düşünceleri takviye ederler. Târîhe bakılacak olursa, dünyâya gelmiş olan büyük tabî’î ilm bilginlerinin dîne çok bağlı oldukları görülür. Leibniz, Newton, Kepler çok dindâr insanlardı. Esâsen o zemânlar tabî’î ilm araşdırmaları, ancak kiliselerde, karanlık dünyâların izbelerinde, râhiblerin evlerinde yapılırdı. Ancak yavaş yavaş laboratuvarlar, çalışma enstitüleri, üniversite ilm merkezleri kuruldukdan sonra, din adamları ile tabî’î ilmler bilginleri birbirlerinden ayrıldılar ve ayrı çalışma üsûlleri tatbîke başladılar. Zemânla bunların çalışma metodları birbirinden çok ayrılmış gibi göründü ve bunlardan beklenenler birbirinden farklı sanıldı. Hâlbuki, bu iki yol, ayrı ayrı istikâmetlere doğru birbirinden ayrılan, başka başka yerlere sapan iki yol değildir. Bil’akis birbirine temâmiyle paraleldir. Aynı gâyeye doğru giderler ve nasıl ki, paralel hatlar sonsuzda birbiriyle birleşecekler ise, din ile tabî’î ilmler de, esâs gâye sonsuzunda birbiriyle kucaklaşacaklardır. Yukarıdaki yazılar, Max Planckın, (Der Strom von der Aufklärung bis zur Gegenwart) kitâbından alınmışdır. Kültürlü insanlar, insafla düşündükleri zemân, Allahü teâlânın varlığına inanmak mecbûriyyetinde kalıyorlar. Doğru dürüst yapılmayan Kur’ân-ı kerîm tercemelerinden bile, hakîkî dînin islâmiyyet olduğunu i’tirâf ediyorlar. Tercemeler, hiç bir zemân, aslına uygun olamaz. Bu bakımdan islâmiyyeti incelemek isteyen yabancılara, islâm âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” (Akâid) kitâbları tavsiye edilmelidir.
Hakkın yüzdört kitâbı ki, nebîler üzre inmişdir, Zebûru verdi Dâvüda, dahî Tevrâtı Mûsâya, Habîbullâha Kur’ânı getirdi, hâcet oldukca, Dahî hem nebîler hakkında bildim ismetü fitnet, Gadrle, zenbü humk ve kezbü ketmü hıyânetden, Nebîler ismini bilmek, didiler ba’zılar vâcib, Cemî’i enbiyânın evvelidir hazret-i Âdem, İkisinin arasında, katî çok enbiyâ gelmiş, Resûllerin dinleri mevtle bâtıl olmaz kat’â, Bizim Peygamberin ahkâm-ı şer’î, öyle bâkîdir, Neki kılmış Habîbullah, bize teblîg-i ahkâmı, |