|
95 — HİLYE-İ SE’ÂDET [Ya’nî Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” görünüşü, tanınması]. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin, görünen bütün uzvlarının şekli, sıfatları, güzel huyları, temâm hayâtı, bütün incelikleri ile, çok geniş ve açık olarak, âlimler tarafından, senedleri, vesîkaları ile yazılmışdır. Bunlara (Siyer) kitâbları denir. Binlerle siyer kitâbından, ilk olarak yazılan, ibni İshakın “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Sîret-i Resûlillah) kitâbı olup, bunu, ibni Hişâm Humeyrî aynı ism altında genişletmiş ve Alman müsteşriklerinden Westenfeld tarafından, yeniden tab’ edilmişdir. Allahü teâlâ, bütün Peygamberlerine vermiş olduğu mu’cizelerin hepsini Muhammed aleyhisselâma da verdi. Arabî (El-Mevâhibülledünniyye) ve fârisî (Medâric-ün-Nübüvve) kitâblarında ve (Mevâhib)den kısaltılmış olan (El-envâr-ül-Muhammediyye) kitâbında ve arabî (Huccetüllahi alel’âlemîn fî mu’cizâti-Seyyid-il-mürselîn) kitâbında, bunların çoğu yazılıdır. Biz, bu risâlemizi, Mısrdaki büyük islâm âlimlerinden imâm-ı Ahmed Kastalânî hazretlerinin, (Mevâhib-i ledünniyye) ismindeki iki cild kitâbından aldık. İslâm şâirlerinden Abdülbâkî efendi, bu kitâbı arabîden türkceye çevirmişdir. Bütün kitâbdan genclere lüzûmlu görülen kısmları, kısaca aşağıya yazılmışdır: Fahr-i kâinâtın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek yüzü ve bütün a’zâ-i şerîfesi ve mubârek sesi, bütün insanların yüzlerinden ve a’zâsından ve seslerinden güzel idi. Mubârek yüzü, bir mikdâr yuvarlak idi. Neş’eli olduğu zemânda, mubârek yüzü ay gibi nûrlanırdı. Sevindiği, mubârek alnından belli olurdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, gündüz nasıl görürse, gece dahî öyle görürdü. Önünde olanları gördüğü gibi, arkasında olanları dahî görürdü. Bunu isbât eden yüzlerce hâdise, kitâblarda yazılıdır. Gözde görmek halk eden Allahü teâlâ, diğer uzvda dahî halk etmeğe kâdirdir. Yana ve geriye bakacağı zemân, bütün bedeni ile dönüp bakardı. Yeryüzüne nazarı, semâya bakmasından ziyâde idi. Mubârek gözleri büyük idi. Mubârek kirpikleri uzun idi. Mubârek gözlerinde bir mikdâr kırmızılık vardı. Mubârek gözlerinin karası gâyet siyâh idi. Fahr-i âlemin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” alnı açık idi. Mubârek kaşları ince idi. Kaşları arası açık idi. İki kaşı arasında olan damar, hiddetlenince kabarır idi. Mubârek burnu gâyet güzel olup, orta yeri bir mikdâr yüksek idi. Mubârek başı büyük idi. Mubârek ağzı küçük değildi. Mubârek dişleri beyâz idi. Mubârek ön dişleri seyrek idi. Söz söylediği zemânda, sanki dişleri arasından nûr çıkardı. Allahü teâlânın kulları arasında ondan dahâ fasîh ve tatlı sözlü kimse görülmedi. Mubârek sözleri gâyet kolay anlaşılır, gönülleri alırdı ve rûhları cezb ederdi. Söz söylediği zemân, kelimeleri inci gibi dizilirdi. Bir kimse saymak istese, kelimeleri sayılmak mümkin idi. Ba’zan iyi anlaşılması için, üç kerre tekrâr ederdi. Cennetde Muhammed aleyhisselâm gibi konuşulacakdır. Mubârek sesi, kimsenin sesinin yetişemediği yere yetişirdi. Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” güler yüzlü idi. Tebessüm ederek gülerdi. Gülerken, mubârek dişleri görünürdü. Güldüğü zemân, nûru dıvarlar üzerine ziyâ verirdi. Ağlaması da, gülmesi gibi hafîf idi. Kahkaha ile gülmediği gibi, yüksek sesle de ağlamazdı, amma mubârek gözlerinden yaş akar, mubârek göğsünün sesi işitilirdi. Ümmetinin günâhlarını düşünüp ağlardı ve Allahü teâlânın korkusundan ve Kur’ân-ı kerîmi işitince ve ba’zan da nemâz kılarken ağlardı. Fahr-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek parmakları iri idi. Mubârek kolları etli idi. Mubârek avuclarının içi geniş idi. Bütün vücûdünün kokusu, miskden güzel idi. Mubârek bedeni, hem yumuşak, hem de kuvvetli idi. Enes bin Mâlik diyor ki, Resûlullaha on sene hizmet etdim. Mubârek elleri ipekden yumuşak idi. Mubârek teri miskden ve çiçekden dahâ güzel kokuyordu. Mubârek kolları, ayakları ve parmakları uzun idi. Mubârek ayaklarının parmakları iri idi. Mubârek ayaklarının altı çok yüksek olmayıp, yumuşak idi. Mubârek karnı geniş olup, göğsü ile karnı berâber idi. Omuz başının kemikleri iri idi. Mubârek göğsü geniş idi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kalb-i şerîfi, nazargâh-ı ilâhî idi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” çok uzun boylu olmayıp, kısa dahî değil idi. Yanına uzun bir kimse gelse, ondan uzun görünürdü. Oturduğu zemân, mubârek omuzu, oturanların hepsinden yukarı olurdu. Mubârek saçları ve sakallarının kılı çok kıvırcık ve çok düz değil, yaradılışda ondüle idi. Mubârek saçları uzundu. Önceleri kâkül bırakırdı, sonradan ikiye ayırır oldu. Mubârek saçlarını ba’zan uzatır, ba’zan da keser, kısaltırdı. Saç ve sakalını boyamazdı. Vefât etdiği zemânda, saç ve sakalında ak kıl, yirmiden az idi. Mubârek bıyığını kırkardı. Bıyıklarının uzunluğu ve şekli, mubârek kaşları kadar idi. Emrinde husûsî berberleri var idi. [Müslimânların da, sakalı bir tutam uzatması, fazlasını kesmesi, bıyıklarını kırkması sünnetdir.] Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” misvâkini ve tarağını yanından ayırmazdı. Mubârek saçını ve sakalını tararken aynaya nazar eylerdi. Geceleri mubârek gözlerine sürme çekerdi. Fahr-i kâinât “aleyhi ekmelüt-tehıyyât” önüne bakarak, sür’atle yürürdü. Bir yoldan geçdiği, güzel kokusundan belli olurdu. Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” kırmızı ile karışık beyâz benizli olup, gâyet güzel, nûrlu ve sevimli idi. Bir kimse, Peygamber “aleyhissalâtü vesselâm” siyâh idi dese, kâfir olur. [O “sallallahü aleyhi ve sellem”, arab idi. Arab, lügatda, güzel demekdir. Meselâ, lisân-ı arab, güzel dil demekdir. Istılâh ma’nâsı ise, ya’nî coğrafyada arab demek, Arabistân ismindeki yarımadada doğup büyüyen, oranın ıklîmi, havası, suyu ve gıdâsı ile yetişen ve onların kanından olan kimse demekdir. Anadoludaki kandan gelenlere Türk, Bulgaristânda doğup büyüyenlere Bulgar, Almanyadakilere Alman dedikleri gibi, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de Arabistân yarımadasında doğduğu için Arabdır. Arablar beyâz, buğday benizli olur. Bilhâssa Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sülâlesi beyâz ve çok güzel idi. Zâten dedeleri İbrâhîm “aleyhisselâm”, beyâz olup, Basra şehri ehâlîsinden, Târuh isminde beyâz bir müslimânın oğlu idi. Kâfir olan Âzer, hazret-i İbrâhîmin “aleyhisselâm” babası değildi. Amcası ve üvey babası idi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” babası Abdüllahın güzelliği, Mısra kadar şöhret bulmuşdu ve alnındaki nûrdan dolayı, ikiyüze yakın kız, evlenmek için Mekkeye gelmişdi. Fekat, Muhammed aleyhisselâmın nûru, Âmineye nasîb oldu. Türkiyede ve birçok islâm memleketlerinde, bir asrdan beri, Abdüllahın evlendiği geceye, Regâib kandili ismini veriyorlar. Regâib gecesine böyle ma’nâ vermek doğru değildir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” dokuz aydan önce dünyâyı teşrîf etmiş olduğunu bildirmek olur ki, bu da, noksânlık ve kusûrdur. Her bakımdan, her insanın üstünde ve her bakımdan kusûrsuz olduğu gibi, Âmine valdemizi “rahmetullahi teâlâ aleyhâ” nûrlandırdığı zemân da, noksân ve kusûrlu değildi. Bu zemânın noksân olması, tıb ilminde ayb ve kusûr sayılmakdadır. Receb-i şerîfin ilk Cum’a gecesine Regâib gecesi denir. Çünki, Allahü teâlâ, bu gecede, mü’min kullarına, ragîbetler, ya’nî ihsânlar, ikrâmlar yapar. O gece yapılan düâ red olmaz ve nemâz, oruc, sadaka gibi ibâdetlere, katkat sevâb verilir. O geceye hurmet edenleri afv eyler. İslâmiyyetin ilk zemânlarında ve islâmiyyetden evvel, Receb, Zil-ka’de, Zil-hicce ve Muharrem aylarında harb etmek harâm idi. (Rıyâd-un-nâsıhîn) kitâbı, ikinci bâbı, sekizinci faslında buyuruyor ki, (Zâhidî ve Alî Cürcânî tefsîrlerinde ve birçok tefsîrde yazıyor ki, islâmiyyetden evvel, arablar, Receb veyâ Muharrem aylarında harb edebilmek için, ayların yerini değişdirir, ileri veyâ geri alırlardı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hicretin onuncu senesinde, doksanbin müslimân ile vedâ’ haccı yapdığı zemân: (Ey Eshâbım! Haccı tam zemânında yapıyoruz. Ayların sırası, Allahü teâlânın yaratdığı zemândaki gibidir!) buyurdu). Abdüllahın evlendiği sene, ayların yeri değişik idi. Receb ayı, Cemâzil-âhır yerinde idi. Ya’nî bir ay ileride idi. O hâlde, nûr-i Nübüvvetin, Âmine “rahmetullahi teâlâ aleyhâ” valdemize intikâli, şimdiki Cemâzil-âhır ayındadır. Regâib gecesinde değildir. Amcası Abbâs ile Abbâsın oğlu Abdüllah “radıyallahü anhümâ” da beyâz idi. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” kıyâmete kadar evlâdı da güzel ve beyâzdır. Meselâ, Ürdün emîri merhûm Abdüllah, İstanbula gelmişdi. Beyâz idi. Kadıköy müftîsi iken vefât eden fazîletli Ahmed Mekkî efendi “rahmetullahi aleyh” seyyid idi. Ecdâdı gibi, beyâz, kara kaşlı, iri siyâh gözlü ve çok sempatik, güzel yüzlü idi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbı da, beyâz ve güzel idi. Osmân “radıyallahü anh” beyâz, sarışın idi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem, rum imperatörü Heraklius hükûmetine gönderdiği sefîri Dıhye-i kelbî çok güzel olup, İstanbul sokaklarında gezerken, yüzünü görmek için, rum kızları sokaklara çıkardı. Cebrâîl “aleyhisselâm” çok def’a Dıhye “radıyallahü anh” şeklinde gelirdi. Mısr, Şâm, Afrika, Sicilya ve İspanya yerlileri Arab değildir. Arablar, islâmiyyeti dünyâya yaymak için, Arabistân yarımadasından çıkarak buralara geldiklerinden, bugün buralarda da mevcûddur. Nitekim Anadoluda, Hindistânda ve başka memleketlerde de mevcûddur. Fekat, bugün bu memleketlerin hiçbirinin ehâlisini Arab diye ismlendirmek doğru olmaz. Ortaçağ, ya’nî kurûn-ı vustâ zemânının biricik ma’rifet ve medeniyyet lisânı olan ve zâten gramer ve fesâhat ve edebiyyât bakımından, bugün yeryüzünde mevcûd yediyüzyetmiş çeşid dilin en mükemmeli olan arabî lisânı, islâm medeniyyeti ile birlikde bütün bu memleketlere girmiş ve yerleşmişdi. O zemânlar, İspanyadaki Arab üniversitelerine ve müslimân mekteblerine, ihtisâs kazanmağa giden Fransız ve diğer Avrupalılar, arabî birçok kelimeleri, bilhâssa ilmde ve fende kullanılan kelimeleri, kendi memleketlerine götürmüşler, kendi dillerine karışdırmışlardır. Bugün garb dillerinde birçok arabî kelimeler hâlâ kullanılmakdadır. [1947] senesinde Londrada basılmış, The British and Foreign Bible Society (İngilizlerin ve yabancıların İncîl cem’ıyyeti)nin, The Gospel in Many Tongues (Birçok dillerde bir âyet) ismindeki kitâbında, yediyüzyetmiş dürlü dilin herbiri ile yazılmış birkaç satırlık örnekler vardır. Mısr ehâlîsi esmerdir. Habeşistân ehâlîsi siyâhdır. Bunlara habeş denir. Zengibâr ehâlîsine Zencî denir. Bunlar da siyâhdır. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” akrabâsını, arabları sevmek ve saymak ibâdetdir. Onları her müslimân sever. Anadoluya müsâfir gelen siyâh fellâhlar, habeşler, zencîler, hurmet ve ikrâm olunmak için, kendilerini, arab diye tanıtdırmış, Anadolunun saf müslimânları, sözlerine inanıp bunları sevmişlerdir. Çünki, bu sevgide siyâh, beyâz ayırımı yokdur. Siyâh bir müslimân beyâz bir kâfirden katkat dahâ üstün, dahâ kıymetli ve sevimlidir. İnsanın siyâh olması îmânın şerefini azaltmaz. Bilâl-i Habeşî hazretleri ve Resûlullahın çok sevdiği Üsâme siyâh idiler. Ebû Leheb ve Ebû Cehl kâfirleri beyâz idiler. Bu ikisinin kötülükleri ve aşağılıkları herkesce bilinmekdedir. Allahü teâlâ insanın rengine değil, îmânının kuvvetine ve takvâsına kıymet vermekdedir. Fekat, siyâhların kendilerini arab olarak tanıtmaları, islâm düşmanlarının, yehûdîlerin işlerine yaradı. Bir yandan, siyâh insanları, aşağı ve iğrenç olarak tanıtdılar. Bunları köle olarak kullandılar. Bir yandan da kara kedileri, köpekleri, arab arab diye çağırarak, gazete ve mecmû’alara yapdıkları siyâh resm ve karikatürlere arab diyerek, gençliğe, arabı siyâh olarak tanıtmağa, böylece, müslimân yavrularını Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” soğutmağa uğraşdılar. Bugün, Arabistânda, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverede bulunanlar, asrlar boyunca, Afrikadan, Asyadan ve diğer yerlerden gelip yerleşen yabancıların soyundandır. Bu yabancılar siyâh olup, Allahın ve Resûlullahın âşıkları idiler. Sultân ikinci Abdulhamîd hânın “rahmetullahi aleyh” amirallerinden Eyyûb Sabrî pâşa “rahmetullahi teâlâ aleyh”, beş cildlik türkçe (Mir’ât-ül-haremeyn) kitâbında, koca Mekke şehrinde, iki Arab evinin kalmış olduğunu yazmakdadır. Bugün ise hiç yokdur. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtında, Eshâb-ı kirâmın hepsi, sonra da evlâdları, cihâd için, dîn-i islâmı dünyâya yaymak için, Arabistândan çıkdı. İslâm ordusu, Asyanın ötelerine, Afrikaya, Kıbrısa, İstanbula, hâsılı her yere dağıldı. Allahın dînini, Onun kullarına tanıtmak için savaşdılar ve canlarını fedâ etdiler. Bu geniş topraklar, o mubârek şehîdlerle doludur. Evlâdlarını, yavrularını da, ilm öğrenmek için, o zemânlar dünyânın en üstün üniversitesi olup, fizik, kimyâ, astronomi, coğrafya ve hendesedeki tecribeleri ve ileri buluşları, bugün mevcûd eserlerinden anlaşılan, Bağdâd dârül-fünûn ve fakültelerine gönderdiler. Meşhûr zâlim ve kâfir Cengiz [asl adı Timoçindir] hânın torunu Hülâgü, 656 [m. 1258] senesinde, Bağdâd ehâlîsini, kadın, çocuk demeyip, sekizyüzbinden ziyâde müslimânı işkence ile öldürdüğü ve Bağdâdı yakıp yıkdığı zemân, yalnız kuyulara saklananlar ve bilhâssa Anadoluya kaçıp kurtulanlar sağ kalabilmişdi. İşte, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” evlâdları, o zemân Anadolunun her tarafına, hele şark taraflarına yerleşmişdi. Bugün, kürd dediğimiz zekî, sabrlı, çalışkan kimseler, hep o mubârek insanların soyundandır. Ya’nî kürdler iki kısmdır: Bir kısmı, Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes evlâdından olup, çok eskiden orta Asyadan Anadoluya gelmiş, dağlarda göçebe hâlinde yaşayan, kaba, câhil insanlardır. Sokratın talebesinden târîhci Xenophon, Anadolunun şarkında, kürdleri gördüğünü yazmakdadır. Kürd denilen insanların ikinci kısmı ise, şehrlerde oturan medenî, nâzik insanlardır. Bunların hemen hepsi, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” evlâdlarıdır. İmâm-ı Hasen evlâdına (Şerîf), imâm-ı Hüseyn evlâdlarına (Seyyid) denir. Seyyidler, şerîflerden dahâ üstündür. Osmânlılar zemânında, Halebde seyyidlere ve şerîflere mahsûs bir mahkeme vardı. Bütün evlâdları orada kaydlı olup, yalancılar seyyidlik iddi’â edemezdi. Van ile Hakkâri arasındaki meşhûr İrisân beğleri,Abbâsî halîfeleri evlâdından olup, Hülâgü katliâmından kurtulan bir yavrudan çoğalmışlardır. Bugün memleketimizin her tarafında, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” evlâdı ve seyyidler vardır. Bunların kıymetini bilmeli, hurmetde ve hizmetde kusûr etmemeliyiz]. Güzel huyların hepsi Resûlullahda “sallallahü aleyhi ve sellem” toplanmışdı. Güzel huyları, Allahü teâlâ tarafından verilmiş olup, çalışarak, sonradan kazanmış değil idi. Bir müslimânın ismini söyliyerek, hiçbir zemân la’net etmemiş ve aslâ mubârek eli ile kimseyi döğmemişdir. Kendi için, hiçbir şeyden intikam almamışdır. Allah için intikam alırdı. Akrabâsına, Eshâbına ve hizmetcilerine tevâzu’ ederek, iyi mu’âmele eylerdi. Ev içinde çok yumuşak ve güler yüzlü idi. Hastaları ziyârete gider, cenâzelerde bulunurdu. Eshâbının işlerine yardım eder, çocuklarını kucağına alırdı. Fekat, kalbi bunlarla meşgûl değildi. Mubârek rûhu melekler âleminde idi. Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” ansızın gören kimseyi korku kaplardı. Kendisi yumuşak davranmasaydı, Peygamberlik hâllerinden, aslâ kimse yanında oturamaz, sözünü işitmeğe tâkat getiremezdi. Hâlbuki, kendisi, hayâsından, mubârek gözleri ile kimsenin yüzüne bakmazdı. Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem”, insanların en cömerdi idi. Birşey istenip de, yok dediği görülmemişdir. İstenilen şey varsa verir, yoksa, cevâb vermezdi. O kadar iyilikleri, o kadar ihsânları vardı ki, rum imperatörleri, Îrân şâhları, o kadar ihsân yapamazlardı. Fekat kendisi sıkıntı ile yaşamağı severdi. Öyle bir hayât yaşıyordu ki, yimek ve içmek hâtırına bile gelmezdi. Yemek getirin yiyelim veyâ falanca yemeği pişiriniz demezdi. Yemek getirirlerse yir, her ne meyve verseler kabûl ederdi. Ba’zan aylarca az yir, açlığı severdi. Ba’zan da çok yirdi. Yemeği üç parmakla yirdi. Yemek sonunda su içmezdi. Suyu otururken içerdi. Başkaları ile yemek yirken, herkesden sonra el çekerdi. Herkesin hediyyesini kabûl ederdi. Hediyye getirene karşılık olarak, katkat fazlasını verirdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hicretin sekizinci senesi, Ramezân-ı şerîfin onuncu Pazartesi günü, onikibin kahraman ile birlikde, Medîneden çıkarak Ramezânın yirminci Perşembe günü Mekke-i mükerremeyi feth eyledi. Ertesi Cum’a günü hutbe okurken, mubârek başında siyâh sarık sarılı idi. Mekkede onsekiz gün kalıp Huneyne gitdi. Sarığının ucunu sarkıtırdı. (Sarık, müslimânlar ile kâfirler arasını ayırır) buyururdu. Çeşidli elbise giymek âdeti idi. Yabancı devlet sefîrleri gelince süslenirdi. Ya’nî kıymetli ve nefîs elbise giyerek, güzel yüzünü gösterirdi. Önce, altın yüzük takardı. Sonra, taşı akîkden gümüş yüzük takdı. Yüzüğünü mühür olarak kullanırdı. Yüzüğü üzerinde (Muhammedün Resûlullah) yazılı idi. Erkeklerin altın yüzük takmaları, dört mezhebde de câiz değildir. Yatağı deriden olup, içi hurma ağacı iplikleri ile dolu idi. Ba’zan bu yatak üzerine, ba’zan yere serili deri üzerine, ba’zan da, hasır veyâ kuru toprak üzerine yatardı. Mubârek avucunun içini sağ yanağının altına koyup, sağ yanı üstüne yatardı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zekât malı almaz, çiğ soğan ve sarmısak gibi şeyler yimez ve şi’r söylemezdi. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz, mîlâdın beşyüzyetmişbirinci [571] yılı nisan ayının yirmisine rastlıyan, Rebî’ul-evvel ayının onikinci Pazartesi gecesi, sabâha karşı, Mekke-i mükerreme şehrinde dünyâya gelmişdir. Dünyânın her tarafındaki müslimânlar, her sene, bu geceyi, mevlid kandili olarak tes’îd etmekdedir. Her yerde (Mevlid kasîdeleri) okunarak Resûlullah hâtırlatılmakdadır. Erbil sultânı Ebû Saîd Muzaffer-üd-dîn Kükbûrî bin Zeyneddîn Alî, mevlid gecelerinde şenlikler yapar, ikrâm ve ihsânlarda bulunurdu. Sultânın güzel ahlâkı, hayrât ve hasenâtı, İbni Hilligânın târîhinde ve (Huccetullahi alel’âlemîn)in ikiyüzotuzdördüncü sahîfesinde ve seyyid Abdülhakîm efendinin (Mevlid-i şerîf) risâlesinde uzun yazılıdır. Mevlid, doğum zemânı demekdir. Rebî’ul-evvel, ilkbehâr demekdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” nübüvvetden sonra, her yıl, bu geceye ehemmiyyet verirdi. Her Peygamberin ümmeti, kendi Peygamberinin doğum gününü bayram yapmışdı. Bugün de, müslimânların bayramıdır. Neş’e ve sevinç günüdür. Âdem aleyhisselâm rûh ile cesed arasında iken, O Peygamber idi. Âdem aleyhisselâm ve herşey, Onun şerefine yaratılmışdır. Arş ve gökler ve Cennetler üzerine, islâm harfleri ile mubârek ismi yazılmışdır. Ona (Muhammed) adını, dedesi Abdülmuttalib koydu. Onun adının yer yüzüne yayılacağını, herkesin Onu medh ve senâ edeceğini rü’yâda görmüşdü. Muhammed, çok medh olunan demekdir. Cebrâîl aleyhisselâmın, ilk gelerek, Peygamber olduğunu bildirmesi ve hicretde Mekke şehrindeki mağaradan çıkması ve Medîne-i münevverenin Kubâ köyüne ayak basması ve Mekkeyi feth için Medîneden çıkması ve vefâtı, hep pazartesi günü olmuşdur. Doğduğu zemân, göbeği kesilmiş ve sünnet olmuş görüldü. Yeryüzünü şereflendirince, şehâdet parmağını kaldırdı ve secde etdi. Melekler beşiğini sallardı. Beşikde iken konuşmağa başladı. (Mevâhib)in Zerkânî şerhinde diyor ki, (Hazret-i Abdüllah evlendiği zemân onsekiz ve hazret-i Âmine ondört yaşında idi. Hazret-i Âmine yirmi yaşında vefât etdi. Evvelâ mubârek annesi dokuz gün, sonra Ebû Lehebin câriyesi Süveybe bir kaç gün emzirdi. Sonra, Halîme-i Sa’diyye iki sene emzirdi. İki sene dahâ Benî Sa’d bin Bekr köyünde kalarak dört yaşında Mekkeye getirildi. Ayağa kalkdığı zemân, çocukların oyunlarını seyr ederdi. Oyuna karışmazdı. Altı yaşında iken, annesi Âmine “radıyallahü anhâ”, sekiz yaşında iken, dedesi Abdülmuttalib vefât etdi. Yirmibeş yaşında iken, Hadîce “radıyallahü anhâ” ile nikâh etdi, evlendi. Kırk yaşına gelince, Ramezân-ı şerîf ayında, Pazartesi günü, şehrin bir sâat şimâlindeki (Cebel-i hirâ) ve (Cebel-i nûr) denilen dağdaki mağarada, melek göründü. Bütün insanlara ve cinne Peygamber olduğu bildirildi. Evvelâ Cebrâîl “aleyhisselâm” geldi. Sonra üç sene, İsrâfîl “aleyhisselâm” gelip, ba’zı şeyler öğretdi. Fekat, Kur’ân-ı kerîm getirmedi. Sonra, Cebrâîl “aleyhisselâm” gelmeğe başlıyarak, bütün Kur’ân-ı kerîmi, yirmi senede indirdi. Cebrâîl “aleyhisselâm” kendisine yirmidörtbin kerre gelmişdi. [Hâlbuki, Âdem aleyhisselâma oniki kerre, Nûh aleyhisselâma elli kerre, İbrâhîm aleyhisselâma kırk kerre, Mûsâ aleyhisselâma dörtyüz kerre ve Îsâ aleyhisselâma on kerre gelmişdi.] Peygamberliğini üç sene izhâr etmeyip, sonra Hak teâlânın emri ile teblîg eyledi. Elliiki yaşında iken, Receb ayının yirmiyedinci gecesi, Mekke-i mükerremede, Cebrâîl “aleyhisselâm” gelip, Mescid-i harâmdan, Kudüsde, Mescid-i aksâya ve oradan göklere götürdü. Bu mi’râcda, Allahü teâlâyı baş gözü ile gördü. Bu gecede beş vakt nemâz farz oldu. [İkinci kısm, beşinci maddenin son sahîfesini okuyunuz!]. Elliüç yaşında iken, izn-i İlâhî ile, Medîne-i münevvereye hicret eyledi. Safer ayının yirmiyedinci perşembe günü sabâh erken evinden çıkarak, öğleden sonra Ebû Bekr-i Sıddîkın evine geldi. O gece, berâber çıkarak, Mekkenin beşbuçuk kilometre cenûb-i şark [güney doğu] tarafında bulunan (Sevr) dağındaki mağaraya geldiler. Denizden yediyüzellidokuz metre yüksek olan bu dağın yolu çok bozuk idi. Mubârek ayakları kanadı. Mağarada üç gece kalıp, pazartesi gecesi çıkdılar. Bir hafta yolculukla, efrencî Eylül ayının yirminci ve Rebî’ul-evvelin sekizinci pazartesi günü, Medînede Kubâ köyüne geldiler. Gece ile gündüzün müsâvî olduğu, Eylülün yirmiüçüncü gününü de burada geçirip, Rebî’ul-evvelin onikinci Cum’a günü Medîneye azîmet [hareket] etdiği ve aynı gün vâsıl olduğu (Beydâvî) tefsîrinde yazılıdır. Ömer-ül-Fârûk halîfe iken, bu seneki Muharrem ayının birinci günü, ya’nî hicretden yetmiş [70] gün evvel, müslimânların (Hicrî kamerî sene) başlangıcı oldu. Bu başlangıç günü, târîhcilere göre, mîlâdın altıyüzyirmiikinci [622] senesinde idi. Temmuz ayının onaltıncı Cum’a gününe rastladığı, Ahmed Ziyâ beğin 1316 [m. 1898] baskılı (İlm-i hey’et) kitâbında yazılıdır. Kubâ köyüne ayak basdığı Eylül ayının yirminci günü, müslimânların (Hicrî şemsî sene) başlangıcıdır. 623. cü mîlâdî sene başı, hicrî şemsî ve kamerî senelerin birinci senelerinde oldu. Bir şemsî sene 365, 242 gündür. Ya’nî, 365 gün, 5 sâat, 48 dakîka, 47 sâniyedir. Bir kamerî sene 354, 367 gündür. Ya’nî, 354 gün, 8 sâat, 48,5 dakîkadır. Yirmiyedi kerre muhârebe yapmış, dokuzunda er olarak hücûm etmiş, diğerlerinde baş kumandanlık mevkı’inde bulunmuşdur. Gazâlarda iki dürlü bayrak kullanırdı. Râyesi siyâh idi. Livâsı dahâ küçük olup beyâz idi. Osmânlı Sancağının şeklini Timürtaş pâşanın bulduğunu birinci kısm, 29. cu maddede bildirmişdik. Medîne-i münevverede, kamerî altmışüç, şemsî sene hesâbı ile altmışbir yaşında iken 11 [m. 632] senesi Rebî’ul-evvel ayının onikinci pazartesi günü, öğleden evvel vefât edip, mubârek gömleği arkasında olarak, üç kerre yıkanıp, üç kat yeni beyâz kefene sarılıp, mubârek rûhu alındığı yere defn olundu. Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek gözleri uyur, kalb-i şerîfi uyumazdı. Aç yatıp tok kalkardı. Aslâ esnemezdi. Mubârek vücûdü nûrânî olup, gölgesi yere düşmezdi. Elbisesine sinek konmaz, sivrisinek ve diğer böcekler mubârek kanını içmezdi. Allahü teâlâ tarafından Resûlullah olduğu bildirildikden sonra, şeytânlar göklere çıkarak haber alamaz ve kâhinler söyleyemez oldu. Bir kimse, Rahmeten-lil-âlemîni “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” rü’yâda görse, muhakkak Onu görmüşdür. Çünki, şeytân Onun şekline giremez. Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem”, bizim bilmediğimiz bir hayât ile, şimdi hayâtdadır. Cesed-i şerîfi aslâ çürümez. Kabrinde bir melek durup, ümmetinin söyledikleri salevâti kendisine haber verir. Minberi ile kabr-i şerîfi arasına (Ravda-i mutahhera) denir. Burası Cennet bağçelerindendir. Kabr-i şerîfini ziyâret etmek, tâ’atların büyüğü ve ibâdetlerin en kıymetlisidir. (Beni ziyâret edene şefâ’atim vâcib olur) buyurmuşdur. Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” üç veyâ dört yâhud beş erkek, dört kız evlâd-ı kirâmı, onbir zevce-i mutahherası, oniki amcası ve altı halası vardı. [İslâm düşmanları, gencleri aldatmak için, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” kadınlara, kızlara düşkün imiş diyerek ve habîs rûhlarına yakışan, çok çirkin şeyler söyleyerek ve yazarak küstahca iftirâ yapıyorlar. Hâlbuki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ilk olarak, yirmibeş yaşında evlenmiş, Hadîceyi “radıyallahü anhâ” almışdır. Kırk yaşında ve dul idi. Fekat, malı, cemâli, aklı, ilmi, şerefi, nesebi, iffeti ve edebi pek fazla idi. Yirmibeş sene berâber yaşayıp, hicretden üç sene evvel Mekkede, Ramezân-ı şerîf ayında vefât etdi. Bu hayâtda iken, Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” hiç evlenmemişdi. Ellibeş yaşında iken, Ebû Bekrin “radıyallahü anh” kızı; Âişe “radıyallahü anhâ” ile evlendi. Bunu, Hadîce-i kübrânın “radıyallahü teâlâ anhâ” vefâtından bir sene sonra, Allahü teâlânın emri ile nikâh eylemişdi. Ölünciye kadar, sekiz sene onunla yaşadı. Diğerlerini, hep Âişeden “radıyallahü anhünne” sonra, dînî, siyâsî sebeblerle veyâ merhamet ve ihsân ederek nikâh etdi. Bunların hepsi dul idi. Çoğu yaşlı idi. Meselâ, Mekkedeki kâfirlerin, müslimânlara eziyyet ve zararları dayanılamayacak bir dereceye geldikde, Eshâb-ı kirâmın bir kısmı Habeşistâna hicret etmişdi. Habeş pâdişâhı Necâşî, Îsevî idi. Müslimânlara çeşidli şeyler sorup, aldığı olgun cevâblara hayrân kalarak îmâna geldi. Müslimânlara çok iyilik etdi. Îmânı za’îf olan Ubeydüllah bin Cahş, mal ve mevkı’ için nefsine aldanıp, meâzallah, mürted olmuş, dînini dünyâya değişmişdi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” halasının oğlu olan bu mel’ûn, karısı Ümm-i Habîbeyi de “radıyallahü anhâ” dinden çıkıp zengin olmağa cebr ve teşvîk etdi ise de, kadın, fakîrliğe ve ölüme râzı olacağını, fekat Muhammed aleyhisselâmın dîninden çıkmıyacağını söyleyince, bunu boşadı. Sürünerek, sefâletden ölmesini bekliyordu. Fekat, az zemânda kendi öldü. Ümm-i Habîbe, Mekkedeki Kureyş kâfirlerinin baş kumandanı Ebû Süfyânın kızı idi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, o zemânlarda, Kureyş orduları ile, çok çetin muhârebelerle uğraşıyordu ve Ebû Süfyân, islâmiyyeti yok etmek için son gayreti ile çarpışıyordu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ümm-i Habîbenin dîninin kuvvetini ve başına gelen çok acı hâli işitdi. Necâşîye mektûb yazıp, (Oradaki Ümm-i Habîbe ile evleneceğim. Nikâhımı yap! Sonra, kendisini buraya gönder!) şeklinde talebde bulundu. Necâşî dahâ önce müslimân olmuşdu. Mektûba çok hurmet edip, oradaki müslimânları serâyına dâ’vet ederek, ziyâfet verdi. Hicretin yedinci senesinde nikâh yapılıp, hediyye ve ihsânlarda bulundu. Bu sûretle, Ümm-i Habîbe, îmânının mükâfâtına kavuşarak, orada zengin ve râhat oldu. Onun sâyesinde, oradaki müslimânlar da râhat etdi. Cennetde, kadınlar kocalarının yanında bulunacakları için, Cennetin en yüksek derecesi ile de müjdelenmiş oldu ki, dünyânın bütün zevk ve ni’metleri, bu müjde yanında pek küçük kalır. Bu nikâh, Ebû Süfyânın “radıyallahü teâlâ anh” ilerde müslimân olmakla şereflenmesini hâzırlıyan sebeblerden birisi oldu. Görülüyor ki bu nikâh, kâfirlerin iftirâlarının ne kadar yanlış ve çürük olduğunu bildirdiği gibi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” aklının, zekâsının, dehâsının, ihsânının ve merhametinin derecesini de göstermekdedir. İkinci misâl olarak; hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” kızı Hafsa “radıyallahü anhâ” dul kalmışdı. Hicretin üçüncü senesinde, Ömer “radıyallahü anh”, Ebû Bekre ve Osmâna “radıyallahü anhümâ” kızımı alır mısın dedikde, düşüneyim, demişlerdi. Birgün, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, her üçü ve başkaları yanında iken, (Yâ Ömer! Seni üzüntülü görüyorum, sebebi nedir?) diye sordu. Bir şişedeki mürekkebin rengi kolay görüldüğü gibi, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de, herkesin düşüncesini, bir bakışda anlardı. Lüzûm görürse sorardı. Ona, hattâ herkese doğru söylememiz farz olduğundan, Ömer de, (Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”! Kızımı Ebû Bekre ve Osmâna “radıyallahü anhüm” teklîf etdim, almadılar) gibi cevâb verdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, en çok sevdiği üç Eshâbının üzülmesini hiç istemediğinden, onları sevindirmek için, hemen buyurdu ki, (Yâ Ömer! Kızını, Ebû Bekrden ve Osmândan “radıyallahü anhüm” dahâ iyi birisine versem ister misin?). Ömer şaşırdı. Çünki, Ebû Bekrden ve Osmândan “radıyallahü anhüm” dahâ yüksek ve dahâ iyi kimse olmadığını biliyordu. (Evet, yâ Resûlallah!) dedi. (Yâ Ömer, kızını bana ver!) buyurdu. Bu sûretle, Hafsa “radıyallahü anhâ”, Ebû Bekrin ve Osmânın ve bütün mü’minlerin anneleri oldu ve bunlar, ona hizmetçi oldu ve Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm”, birbirlerine dahâ yakın ve dahâ sevgili oldular “radıyallahü teâlâ anhüm”. Üçüncü bir misâl olarak kısaca söyliyelim ki, hicretin beş veyâ altıncı senesinde, Benî Mustalak kabîlesinden alınan yüzlerce esîr arasında, Cüveyriyye “radıyallahü anhâ”, kabîlenin reîsi Hârisin kızı idi. Bunu satın alıp âzâd ederek, kendilerine nikâh edince, Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” hepsi, biz, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” âilesinin, annemizin akrâbasını câriye olarak, hizmetci olarak kullanmakdan hayâ ederiz dedi. Hepsi, esîrlerini âzâd etdi. Bu nikâh, yüzlerce esîrin âzâd olmasına sebeb oldu. Cüveyriyye “radıyallahü anhâ”, bu hâli her zemân söyliyerek öğünürdü. Âişe “radıyallahü anhâ”, ben Cüveyriyyeden “radıyallahü teâlâ anhâ” dahâ hayrlı, dahâ bereketli bir kadın görmedim, derdi. Dördüncü misâl, Zeyneb-binti Huzeyme “radıyallahü anhâ”dır. Kitâbımız müsâid olmadığından, diğer misâlleri yazmağa imkân bulamadık. Aklı, iz’ânı ve insâfı olana da, bu üç misâl, hakîkati anlatmağa elbette yetişir. Şunu da söyliyelim ki, her bakımdan, insanların en kuvvetlisi olduğu hâlde, yalnız hayâtda olan dokuz âilesi ile yaşamışdı. O da, birkaç sene idi. O zemânlar, zâten hep harblerle uğraşıyor, evinde kaldığı günler nâdir oluyordu. Papasların yazdığı ve ahlâksızların, kendileri gibi sanarak söyledikleri gibi olsaydı, dahâ gençliğinde, genç kızlarla evlenip, az zemân sonra boşayarak, istediği kadar değişdirebilirdi. Nitekim torunu Hasen “radıyallahü anh” alıp boşamak sûretiyle yüze yakın güzel kız ile evlenmiş ve babası imâm-ı Alî “radıyallahü anh”, bir hutbesinde, (Ey müslimânlar! Oğlum Hasene kız vermeyiniz! O, kızları çabuk boşuyor, bırakıyor) buyurduğu, müslimânların da; (Kızlarımız ona fedâ olsun. Onun nikâhı ile şereflenmeleri onlara yetişir. Kızlarımızı ona vereceğiz) dedikleri meşhûrdur. Bedrde, Uhudda, Hendekde, Hayberde, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bir işâreti ile üstün düşmana karşı hücûm ederek, Ona canlarını fedâ eden o arslanlar, kızlarını Ona vermezler mi idi? Fekat O, istemedi. Mi’râc gecesi, Cennete girdiği zemân, Cennet hûrîlerine, bir zerre dönüp bakmamışdı. İslâm düşmanlarından Voltairin, Resûlullahın, hazret-i Zeynebi nikâh etmesini tiyatro olarak yazarak, âdî, alçak iftirâlar etdiği ve bu yüzden, düşmanı olan papadan tebrîk mektûbu aldığı, (Kâmûs-ül a’lâm)da Zeyneb isminde yazılıdır. (Mevâhib-i ledünniyye) tercemesi, 459. cu sahîfede diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, halasının kızı Zeynebi, oğulluğu Zeyde nikâh etdi. Uzun zemân sonra, Zeyd “radıyallahü teâlâ anh” hâtunundan ayrılmak istediğini söyledi. (Niçin) buyurunca, hiçbir kötülüğünü görmedim. Hep iyilik gördüm. Fekat, nesebinin şerefi ile öğünüyor, başıma kakıyor dedi. Bunlara ehemmiyyet verme. Hâtununu bunun için boşama buyurdu ise de, Allahü teâlâ, Resûlünün buna mâni’ olmasını men’ eyledi. Zeyd de, Zeynebi boşadı. Allahü teâlâ, Resûlüne Zeynebi nikâh eyledi ve onu istemesini emr buyurdu). Dâvüd aleyhisselâmın yüz nikâhlısı ile üçyüz câriyesi vardı. Süleymân aleyhisselâmın üçyüz zevcesi ile yediyüz câriyesi vardı. Voltaire, bu Peygamberleri ağzına almıyor da, Resûlullahın, emr olunarak bir hâtun almasına saldırıyor. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” çok evlenmesinin mühim bir sebebi de, ahkâm-ı islâmiyyeyi bildirmek içindi. Hicâb âyeti gelmeden, ya’nî kadınların örtünmeleri emr olunmadan önce, kadınlar da Resûlullaha gelip, bilmediklerini sorar, öğrenirlerdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” birinin evine gitse, kadınlar da gelir, oturur, dinler, istifâde ederlerdi. Hicâb âyeti gelip, kadınların yabancı erkeklerle oturmaları, konuşmaları yasak edilince, yabancı kadınları kabûl etmedi. Onların, bilmediklerini, mubârek zevcesi hazret-i Âişeden sorup öğrenmelerini emr eyledi. Gelip soranların çokluğundan, hazret-i Âişe, hepsine cevâb yetişdirmeğe vakt bulamıyordu. Bu mühim hizmeti kolaylaşdırmak ve hazret-i Âişenin yükünü hafîfletmek için, lâzım olduğu kadar hânımı nikâh etdi. Kadınlara âid yüzlerle nâzik bilgileri, müslimân kadınlarına, mubârek zevceleri yolu ile bildirdi. Zevceleri bir olsaydı, bütün kadınların ondan sorması güç ve hattâ imkânsız olurdu.] Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ümmî idi. Ya’nî kitâb okumamış, yazı yazmamış, kimseden bir ders görmemiş idi. Mekkede doğup, büyüyüp, belli kimseler arasında yetişip, seyâhat etmemiş iken, Tevrâtda ve İncîlde ve Yunan ve Roma devrlerinde yazılmış kitâblarda bulunan bilgilerden, hâdiselerden haber verdi. İslâmiyyeti bildirmek için, müslimânlara mektûblar yolladı. Hicretin altıncı senesinde Rum, Îrân ve Habeş hükümdârlarına ve diğer arab pâdişâhlarına mektûblar gönderdi. Îrân şâhı Husrev Pervîz, mektûbu parçaladı. Getiren Sahâbîyi şehîd etdi. Az zemân sonra, oğlu Şîrûye tarafından öldürüldü. Hizmetine altmışdan ziyâde ecnebî sefîr gelmişdir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” peygamberliğini işiten herkesin, Ona îmân etmesi vâcibdir. İşitdikden sonra, îmân etmeden vefât eden, Cehenneme girecek ve orada sonsuz olarak azâb çekecekdir. Fahr-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” ismleri, hâlleri, Tevrâtda ve İncîlde yazılı idi. Yehûdî ve hıristiyanlar, teşrîf etmesini bekliyordu. Fekat, kendi cinslerinden gelmeyip, arabdan geldiği için ba’zıları kıskandı, inkâr etdi. Hâlbuki, birçok âlimleri ve akllıları, insâf edip müslimân oldu. Onun peygamber olduğuna inanmamak, Onun büyüklüğünü, üstünlüğünü anlamamak, Onun kıymetini, şerefini azaltmaz. Allahü teâlâ, (İnşirâh) sûresinde, (Senin zikrini yükseltdim), kendi ismimin yanında olarak, her yerde söylenir buyurdu. Yeryüzünde, bir derece batıya gidildikde, nemâz vaktleri dört dakîka sonra başladığı için, dünyânın her yerindeki müslimânlar, her günün her dakîkasında ezân okumakda, Onun mubârek ismi, her yerde her ân, saygı ve sevgi ile söylenmekdedir. Bir kimse, her işinde, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” dînini kabûl etmezse mü’min olmaz. Onu, kendi cânından çok sevmezse, îmânı temâm olmaz. Bütün insanların ve cinnîlerin Peygamberidir. Her asrda yaşıyan her milletin Ona uyması vâcibdir. Her mü’minin, Onun dînine yardım etmesi, Onun ahlâkı ile huylanması, Onun mubârek ismini çok söylemesi, ismini söyledikde ve işitdikde, saygı ile ve sevgi ile salât-ü selâm getirmesi, mubârek cemâlini görmeğe âşık olması, Onun getirdiği Kur’ân-ı kerîmi ve islâmiyyeti sevmesi ve hurmet etmesi lâzımdır. (Mir’ât-i kâinât)da diyor ki, (Câhiller ve tenbeller, “sallallahü aleyhi ve sellem” yerine birkaç harf yazıyor. Bu doğru değildir. Çok sakınmalıdır.) İbni Âbidîn, nemâz bahsinde diyor ki, (Ömründe bir kerre, salevât getirmek farzdır. Her söyleyince, işitince, okuyunca, yazınca, bir kerre getirmek vâcib, tekrâr edildiklerinde müstehâbdır.)
Dostlarımın ayrılığından, kalbim kan ağlıyor. |