|
16 — FIKH, MEZHEB, İMÂM-I A’ZAM (Mecmû’a-i Zühdiyye) kitâbının başında diyor ki: Fıkh kelimesi, arabcada, fekıha yefkahü şeklinde kullanılınca, ya’nî dördüncü bâbdan olunca, bilmek, anlamak demekdir. Beşinci bâbdan olunca, ahkâm-ı islâmiyyeyi bilmek, anlamak demekdir. (Ahkâm-ı islâmiyye)yi bildiren ilme (Fıkh ilmi) adı verildi. Fıkh bilgilerini bilen kimseye (Fakîh) denir. Fıkh ilmi, insanların yapması ve yapmaması lâzım olan işleri bildirir. Fıkh bilgileri, Kur’ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden, icmâ’-ı ümmetden ve kıyâsdan meydâna gelmekdedir. Fıkh bilgisinin bu dört kaynağına (Edille-i şer’ıyye) denir. Müctehidler, bu dört kaynakdan ahkâm çıkarırlarken dört (Mezheb)e ayrılmışlardır. Eshâb-ı kirâma “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ve bunlardan sonraki asrda gelen müctehidlere (Selef-i sâlihîn) denildiğini, ikinci kısmın dördüncü maddesinde, îmânı anlatırken bildirmişdim. Selef-i sâlihînin söz birliğine (İcmâ’-ı ümmet) denir. Kur’ân-ı kerîmden veyâ hadîs-i şerîflerden veyâ icmâ’-ı ümmetden çıkarılan ahkâm-ı islâmiyyeye (Kıyâs-ı fükahâ) denir. Bir işin, halâl veyâ harâm olduğunu (Kıyâs) yolu ile anlamak için, halâl veyâ harâm olduğu bilinen başka bir işe benzetilir. Bunun için, o işi halâl veyâ harâm yapan sebebin, birinci işde de bulunması lâzımdır. Fıkh ilmini kuran, ilk yapan, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “rahmetullahi teâlâ aleyh”. Fıkh ilmi, ya’nî (Ahkâm-ı islâmiyye), dört büyük kısma ayrılır: 1 — (İbâdât) olup beşe ayrılır: Nemâz, oruc, zekât, hac, cihâd. Herbirinin dalları çokdur. (Dürr-ül-muhtâr)da ve (Redd-ül-muhtâr)da diyor ki, (Cihâd, insanları islâm dînine çağırmak, kabûl etmiyenlerle [Bu çağırıyı işitmelerine, işitenlerin îmân etmelerine mâni’ olan zâlimlerin orduları ile] kıtâl, ya’nî harb etmekdir. [Harbi devlet yapar. Devletin ordusu yapar.] Harb edenlere [ya’nî hükûmete, orduya] mal ile, fikr [söz ve yazı] ile ve sayılarını artdırmak ile ve tedâvîleri ile [ve düâ ederek] yardım etmek de cihâddır. Hadîs-i şerîfde, (Kâfirlere karşı malınızla, cânınızla ve dilinizle cihâd ediniz!) buyuruldu. [Birinci kısmda, onsekizinci maddeyi okuyunuz!]. Sulh zemânında hudûd başında beklemek, harb vâsıtalarını kullanmasını ve bunun için lâzım olan fen bilgilerini öğrenmek de cihâddır. Müslimânların böyle cihâd etmeleri farz-ı kifâyedir. Düşman hücûm etdiği zemân, kadın, çocuk herkese, ya’nî yakın olanlara, eğer bunların da gücü yetişmezse, uzakda ve dahâ uzaklarda olanlara da (Farz-ı ayn) olur. [(İbn-i Âbidîn) “rahmetullahi teâlâ aleyh” beşinci cild, ikiyüzyetmişikinci sahîfede diyor ki, (Kadınlar cihâda mestûre olarak ve zevci veyâ mahremi ile gider).] [Cihâd yapan hükûmete] yardım etmiyenler günâha girer. Hücûm edince öldürüleceğini, hücûm etmezse esîr olacağını anlıyan, harb etmez. Fekat, düşmanlara zarar, müslimânlara fâide mevcûd olunca, [fedâi olarak çıkıp] hücûm etmesi iyi olur. Fâsık müslimânlara (Nehy-i anilmünker) yapmak [zararlarına mâni’ olmak] böyle değildir. Nasîhat ile ve zor ile mâni’ olmaları vâcib olanların, [din adamlarının ve diğer vazîfelilerin] fâidesi olmasa da, öldürüleceğini bilse de, mâni’ olmaları câiz olur. Fitneye sebeb olunca câiz olmaz. Kumandan kâfir şehrini muhâsara edince, önce islâma da’vet olunur. Kabûl ederlerse, bizimle kardeş olurlar. Kabûl etmezlerse, cizye denilen vergiyi verip (Zimmî) olmaları istenir. Cizye, cezâ, karşılık demekdir. Ölümden kurtulma ve mallarını, canlarını, her dürlü haklarını koruma karşılığında, kâfirlerin hükûmete verecekleri paradır. İki dürlü cizye vardır: Birincisi, kâfirlerle sulh yaparken, karârlaşdırılan mikdârdır. Bu mikdâr, sonradan hiç değişdirilemez. Cizyenin ikincisi, her ay sonunda, fakîrlerden bir dirhem gümüş alınır [ki, yarım gram altın değerindedir]. Orta hâllilerden iki dirhem, zenginlerden dört dirhem alınır. Çalışamıyandan ve senenin yarısından fazla hasta olandan birşey alınmaz. Senede onbin dirhemden fazla geliri olana zengin denir. İkiyüz dirhemden fazla kazanan orta hâllidir. Çocukdan, kadından, çok ihtiyârdan ve din adamlarından ve müslimândan cizye alınmaz. Zekât, uşr, cizye ve harâcdan başka hiç kimseden zorla vergi alınmaz. Alınırsa zulm olur. Sâhiblerine geri vermek lâzım olur. [Hükûmet, millete hizmet için yapacağı bütün masrafları, beyt-ül-mâldan karşılar. Beyt-ül-mâlın gelirleri yok ise veyâ az olup, ihtiyâcı karşılayamıyor ise, hükûmet yapacağı hizmetlerin karşılığını milletden vergi olarak ister. Milletin bu vergi borçlarını devlete tam vaktinde ödemesi lâzımdır. Ödemiyenlerden zor ile alınır. Üçüncü kısm, 21. ci maddeye bakınız!] Kâfir ordusunun kumandanı veyâ hükûmetleri, cizye vermeği de kabûl etmezse, [İslâm askeri] hücûm eder. Cizyeyi kabûl ederlerse, vatandaş olur, islâmın adâleti altında hür olarak yaşarlar. İbâdetlerini yapmaları, birbirlerine hınzır ve alkollü içki satmaları sahîh olur. Birbirleri arasında ve müslimânlarla onlar arasında, müslimânlar arasındaki haklar ve cezâlar ve ticârî mu’âmeleler yapılır. Onlara içki haddi cezâsı yapılmaz. Fâizden başka âdetleri suç sayılmaz. [Çünki fâiz, onların dîninde de harâmdır.] Düşman ordusu kuvvetli ise, mal vererek bile, sulh yapmak câiz olur. Mürtedler kuvvetli olup şehrleri alırlar, oraları (Dâr-ül-harb) olursa, hükûmetin zarûret hâlinde, onlarla da, sulh yapması câiz olur. İslâmın beş şartından sonra, ibâdetlerin en üstünü cihâddır. Şehîdin, kul haklarından başka bütün günâhları afv olur. Kul haklarını da, Allahü teâlâ Kıyâmetde halâllaşdıracakdır. Cihâdda ve hac yolunda ve hudûd boyunda nöbetde ölenlere, Kıyâmete kadar, bu ibâdetlerin sevâbı devâmlı verilir. Bedenleri çürümez. Herbiri Kıyâmetde yetmiş kişiye şefâ’at eder). Abdülganî Nablüsî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Hadîka)da, ikinci cild, altıyüzotuzsekizinci sahîfede diyor ki, (Suda boğularak şehîd olana, karada şehîd olanın iki misli sevâb verilir). Hadîs-i şerîfde, (Ok atmasını ve ata binmesini öğreniniz!) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Ok atmasını öğrenip, sonra unutan bizden değildir), başka bir hadîs-i şerîfde, (Oyunun fâidesi olmaz. Yalnız, ok atmağı öğrenmek ve atını terbiye etmek ve âilesi ile oynamak hakdır) buyuruldu. Ya’nî fâideli ve lüzûmludur. Bu hadîs-i şerîfler, bütün harb vâsıtalarının hâzırlanmasını ve kullanılmalarının sulh zemânında öğrenilmesini emr ve teşvîk buyurmakdadır. Görülüyor ki, cihâda hâzırlanmak ibâdetdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, din düşmanları ile cihâdın üç dürlü olduğunu bildiriyor: Fi’l ile, kavl ile, düâ etmek ile. Fi’l ile cihâda hâzırlanmak, yeni silâhları yapmasını ve kullanmasını öğrenmek farz-ı kifâyedir. Zemânımızda ikinci savaş, ya’nî, dinsizlerin yazı ile, film ile, radyo ile, her çeşid propaganda ile saldırması aldı, yürüdü. Buna da karşı koymak cihâddır. [Bu kavlî cihâdın dahâ mühim ve çok sevâb olduğu, İmâm-ı Rabbânî (Mektûbât)ının 65. ci ve 193. cü mektûblarında uzun yazılıdır. Bu iki cihâd, hükûmetin emri ve izni ile yapılır. Hükûmete ısyân etmemek, kanûnlara karşı gelmemek vâcibdir.] 2 — Fıkh ilminin ikinci kısmı (Münâkehât) olup, evlenme, boşanma, nafaka ve dahâ nice dalları vardır. 3 — Fıkhın üçüncü kısmı (Mu’âmelât) olup, alışveriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîrâs... gibi birçok bölümleri vardır. 4 — (Ukûbât) ya’nî (Had) denilen cezâlar olup, başlıca altı kısma ayrılmakdadır: Kısâs, serhoşluk, sirkat, zinâ, kazf, riddet, ya’nî mürted olmak cezâlarıdır. Cezâlar günâhı ta’kîb etdiği için (Ukûbât) denir. Fıkhın ibâdât kısmını kısaca öğrenmek her müslimâna farzdır. Münâkehât ve mu’âmelât kısmlarını öğrenmek farz-ı kifâyedir. Ya’nî, başına gelenlerin öğrenmesi farz olur. [Her müslimânın, fıkhın dört kısmını, Dâr-ül-harbde de ahkâm-ı islâmiyyeye uygun yapması, uşr vermesi lâzımdır. Meselâ, kâfir ve mürted kadınların avret yerlerine, başlarına, kollarına, bacaklarına bakmak, Dâr-ül-harbde de harâmdır. Yalnız, Dâr-ül-harbde, kâfirler ile yapılan mu’âmelâtın ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olmaması câizdir. Sigorta bahsine bakınız!] Mu’âmelât ve ukûbât kısmlarını, zimmîlerin de, ya’nî gayr-ı müslim vatandaşların da öğrenmeleri lâzımdır. Çünki, zimmînin de mu’âmelâta ve ukûbâta uymasını islâmiyyet emr etmekdedir. Dâr-ül-islâmda bulunan kâfir müste’minin yalnız mu’âmelâta uyması lâzımdır. Tefsîr, hadîs ve kelâm ilmlerinden sonra, en şerefli ilm fıkh ilmidir. Fıkh bilgisi okumak, geceleri nâfile nemâz kılmakdan dahâ sevâbdır. Âlimlerden “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” okumak da, yalnız okumakdan dahâ sevâbdır. Aşağıdaki altı hadîs-i şerîf, fıkhın şerefini göstermeğe kâfîdir. Allahü teâlâ bir kuluna iyilik etmek isterse, onu dinde fakîh yapar. Bir kimse fakîh olursa, Allahü teâlâ, onun özlediği şeyleri ve rızkını, ummadığı yerlerden gönderir. Allahü teâlânın en üstün dediği kimse, dinde fakîh olan kimsedir. İmâm-ı a’zamın üstünlüğünü göstermeğe, yalnız bu hadîs-i şerîf yetişir. Şeytâna karşı bir fakîh, bin âbidden [ibâdet çok yapandan] dahâ kuvvetlidir. Herşeyin dayandığı bir direk vardır. Dînin temel direği, fıkh bilgisidir. İbâdetlerin efdali, en kıymetlisi, fıkh öğrenmek ve öğretmekdir. Hanefî mezhebindeki ahkâm-ı islâmiyye, Eshâb-ı kirâmdan Abdüllah ibni Mes’ûddan “radıyallahü anh” başlıyan yol ile meydâna çıkarılmışdır. Ya’nî, mezhebin reîsi olan imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, fıkh ilmini, Hammâddan, Hammâd da, İbrâhîm-i Nehâ’îden, bu da Alkamadan, Alkama da, Abdüllah bin Mes’ûddan, bu da Resûl-i ekremden “sallallahü aleyhi ve sellem” almışdır. Ebû Yûsüf, Muhammed, Züfer bin Hüzeyl ve Hasen bin Ziyâd, hep, İmâm-ı a’zamın talebesidir “rahimehümullah”. Bunlardan, imâm-ı Muhammed, din bilgilerinde, bin kadar kitâb yazmışdır. Talebesinden olan imâm-ı Şâfi’înin annesini nikâh etdiği için, ölünce, kitâbları, imâm-ı Şâfi’îye mîrâs kalarak, imâm-ı Şâfi’înin bilgisinin artmasına hizmet etmişdir. Bunun için imâm-ı Şâfi’î (Yemîn ederim ki, fıkh bilgim, imâm-ı Muhammedin kitâblarını okumakla artdı. Fıkh bilgisini derinleşdirmek istiyen, Ebû Hanîfenin talebesi ile beraber bulunsun) dedi. Bir kerre de (Bütün müslimânlar, İmâm-ı a’zamın ev halkı, çoluk çocuğu gibidir) buyurdu. Ya’nî, bir adam, çoluk çocuğunun nafakasını kazandığı gibi, İmâm-ı a’zam da, insanların, işlerinde muhtâc oldukları din bilgilerini meydâna çıkarmağı kendi üzerine almış, herkesi güç bir şeyden kurtarmışdır. İmâm-ı Şâfi’înin ayrı bir mezheb kurması, İmâm-ı a’zamı beğenmemesi, ondan ayrılması demek değildir. Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” da ayrı mezhebleri vardı. Bununla berâber birbirlerini çok severler ve hurmet ederlerdi. Feth sûresinin son âyeti buna şâhiddir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh”, fıkh bilgilerini toplayarak, kısmlara, kollara ayırdığı ve üsûller, metodlar koyduğu gibi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdiği i’tikâd, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. Talebesinden (İlm-i kelâm) ya’nî îmân bilgileri mütehassısları yetişdi. Bunlardan imâm-ı Muhammed Şeybânînin yetişdirdiklerinden Ebû Süleymân Cürcânî ve bunun talebelerinden Ebû Bekr-i Cürcânî meşhûr oldu. Bunun talebesinden de, Ebû Nasr-ı İyâd, kelâm ilminde, Ebû Mensûr-i Mâtürîdîyi yetişdirdi. Ebû Mensûr, İmâm-ı a’zamdan gelen kelâm bilgilerini, kitâblara yazdı. Yoldan sapmış olanlarla çarpışarak, Ehl-i sünnet i’tikâdını kuvvetlendirdi, her tarafa yaydı. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh”, hergün sabâh nemâzını câmi’de kılıp, öğleye kadar tâliblere cevâb verirdi. Öğleden önce, oturduğu yerde (Kaylûle) yapardı. Güneş zevâle yaklaşınca kaylûle yapmak, ya’nî biraz uyumak sünnet olduğunu, İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bey’-ı fâsid bâbında bildirmekdedir. (Mevâhib-i ledünniyye)nin rü’yâ ta’bîri faslında ve (Şir’at-ül-islâm)da yazılıdır. Kaylûlenin öğleden sonra da yapılabileceği, (Mîzân)da yazılıdır. Öğle nemâzından sonra, yatsıya kadar, talebeye ilm öğretirdi. Yatsıdan sonra evine gelip, biraz dinlenir, sonra câmi’e gider, sabâh nemâzına kadar ibâdet ederdi. Bu hâli, Selef-i sâlihînden, Mis’ar bin Kedâm-ı Kûfî ve başka kıymetli kimseler haber vermişdir. Ticâret ederek halâl kazanırdı. Başka yerlere mal gönderir, kazancı ile talebesinin ihtiyâclarını alırdı. Kendi evine bol harc eder, evine harc etdiği kadar da, fakîrlere sadaka verirdi. Her Cum’a günü, anasının, babasının rûhu için, fakîrlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Hocası Hammâdın “rahmetullahi teâlâ aleyh” evi tarafına ayağını uzatmazdı. Hâlbuki, aralarında yedi sokak uzaklık vardı. Ortaklarından birinin, çok mikdârda bir malı, islâmiyyete uygun olmıyarak satdığını anlayınca, bu maldan kazanılan doksanbin akçanın hepsini fakîrlere dağıtıp, hiç kabûl etmedi. Kûfe şehrinin köylerini haydûdlar basıp, koyunları kaçırmışlardı. Bu çalınan koyunlar şehrde kesilip, halka satılabilir düşüncesi ile, o günden beri, yedi sene, Kûfede koyun eti alıp yimedi. Çünki, bir koyunun, en çok yedi yıl yaşayacağını öğrenmişdi. Harâmdan bu derece korkar, her hareketinde islâmiyyeti gözetirdi. İmâm-ı a’zam “rahmetullahi aleyh”, kırk sene, yatsı nemâzının abdesti ile sabâh nemâzı kıldı [ya’nî yatsıdan sonra uyumadı]. Böyle olduğu (Mevdû’ât-ül-ulûm) ve (Dürr-ül-muhtâr)da ve (İbni Âbidîn) önsözünde ve (Mîzân-ül-kübrâ)da senedleri ile yazılıdır. [Bu büyüklerin zevceleri de, kendileri gibi, Allahü teâlâya ibâdet etmeği, Onun dînine hizmet etmeği zevk edinmişler, kendi haklarını ve zevklerini, Allah yolunda fedâ etmişlerdi. Eshâb-ı kirâmın hepsi de, zevcelerinin arzûları ve iznleri ile, Allahın dînini yaymak için uzak yerlere cihâda gitmişler, çoğu şehîd olup geri dönmemişlerdi. Zevceleri de, bu sevâblara ortak oldukları için sevinmişlerdi.] Ellibeş def’a hac yapdı. Son haccında, Kâ’be-i mu’azzama içine girip, burada iki rek’at nemâz kıldı. Nemâzda, bütün Kurân-ı kerîmi okudu. Sonra, ağlayarak (Yâ Rabbî! Sana lâyık ibâdet yapamadım. Fekat, senin akl ile anlaşılamıyacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusûrumu, bu anlayışıma bağışla!) diyerek düâ etdi. O ânda bir ses işitildi ki, (Ey Ebû Hanîfe! Sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet etdin. Seni ve kıyâmete kadar, senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri afv ve magfiret etdim) buyuruldu. Hergün bir ve her gece bir kerre Kur’ân-ı kerîmi hatm ederdi. Bunlar (Dürr-ül-muhtâr)da ve (İbni Âbidîn)in önsözünde ve (Hayrât-ül-hisân)da ve (Mir’ât-i kâinât)da yazılıdır. (Mir’ât)da, (Hazânet-ül-müftîn) sonunda yazılı olduğu da bildirilmekdedir. Bir rek’at nemâzda Kur’ân-ı kerîmin hepsini hatm etmek, yalnız, Osmân bin Affân ve Temîm-i Dârî ve Sa’îd bin Cübeyr ve imâm-ı a’zam Ebû Hanîfeye nasîb olmuşdur. (Şir’at-ül-islâm)da diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmi kırk günde hatm etmek müstehabdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” senede bir kerre hatm ederdi. Çünki, Onun mubârek kalbinde yerleşmişdi. Kur’ân-ı kerîmi okurken, ma’nâsını düşünmek ve kalbine yerleşdirmek lâzımdır. Bunun için, üç günden önce hatm etmeği yasak etmişdir. Osmân bin Affân, Zeyd bin Sâbit, Abdüllah ibni Mes’ûd, Übeyy-übnül Kâ’b-il-Hazrecî ve birçok sahâbîler “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, haftada bir kerre hatm ederlerdi. Âbidler, haftada iki kerre, ilm neşr edenler, haftada bir kerre hatm okumalıdır). Hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı kerîmi üç günden önce hatm eden, ma’nâsını anlayamaz) buyuruldu. Hadîs-i şerîf, bir nemâzı hatm ile kılmağı yasaklamamakdadır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” süâl edenlerin, hâline ve işine uygun bir zemânda hatm etmesini emr buyururdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, İmâm-ı a’zamın geleceğini haber verdi. (Diyâ-i ma’nevî)de ve (Mevdû’ât-ül-ulûm)da ve (Hayrât-ül-hisân)da ve (Mir’ât-i kâinât)da ve (Dürr-ül-muhtâr)da yazılı olan ve (İbni Âbidîn)de sahîh olduğu bildirilen hadîs-i şerîfde, (Âdem ve bütün Peygamberler “aleyhimüsselâm”, benimle öğündüğü gibi, ben de, ümmetim içinde, soy adı Ebû Hanîfe, ismi Nu’mân olan bir kimse ile öğünürüm ki, ümmetimin ışığı olacakdır. Onları, yoldan çıkmakdan, cehâlet karanlığına düşmekden koruyacakdır) buyurdu. (Yüzelli senesinde dünyânın zîneti gider) hadîs-i şerîfinin, İmâm-ı a’zam için olduğunu, büyük âlim İbni Hacer-i Mekkî bildiriyor. Çünki, İmâm-ı a’zam, [150] senesinde, yetmiş yaşında iken vefât etdi. Şemseddîn Sâmî beğ, (Kâmûs-ül-a’lâm)da diyor ki: (İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin adı Nu’mandır. Babasının adı Sâbitdir. Ehl-i sünnetin dört büyük imâmının birincisidir. Muhammed aleyhisselâmın parlak olan dîninin büyük bir direğidir. Acemistânın ileri gelenlerinden birinin soyundandır. Dedesi, islâm dînini kabûl etmişdi. [80] yılında, Kûfe şehrinde doğdu. Eshâb-ı kirâmdan “aleyhimürrıdvân” Enes bin Mâlik ve Abdüllah bin Ebî Evfâ ve Sehl bin Sa’d-i Sâ’idî ve Ebüttüfeyl Âmir bin Vâsile zemânlarına yetişmişdir. Fıkh ilmini, Hammâd bin Ebî Süleymândan öğrendi. Tâbi’înden birçok büyük zâtlarla ve imâm-ı Ca’fer Sâdıkla sohbet etdi. Çok hadîs-i şerîf ezberledi. Mezheb imâmı olmasaydı, büyük bir hakîm, fikr adamı olacak şeklde yetişdi. Üstün bir akl ve herkesi şaşırtan zekâsı vardı. Fıkh ilminde, az zemânda, eşi, benzeri olmıyan bir dereceye yükseldi. Mervân bin Muhammedin Irâk vâlîsi Yezîd bin Amr, kendisine, Kûfe mahkemesi hâkimliğini teklîf etdi ise de, zühd ve takvâsı ve vera’ı da ilmi ve zekâsı gibi son derece çok olduğundan, kabûl etmedi. İnsanlık dolayısı ile kulların hakkını gözetmekde kusûr etmesinden korkdu. Yezîdin emri ile başına yüzon kamçı vurulduğu hâlde, yine kabûl etmedi. İkinci Abbâsî halîfesi Ebû Ca’fer Mensûr tarafından Bağdâd şehrine çağrıldı. Hâkim olması emr edildi ise de, yine kabûl etmedi. Fıkh ilmini ilk olarak kollara ayırmış, her branşın bilgilerini ayrı ayrı toplamış ve (Ferâiz) ve (Şurût) kitâblarını yazmışdır. Fıkhdaki çok geniş bilgisini ve hele kıyâsdaki hârik-ul’âde kuvvetini ve zühd ve takvâdaki ve hilm ve salâhdaki, akllara hayret veren üstünlüğünü bildiren kitâblar, sayılamıyacak kadar çokdur. Talebesi pekçok olup, içlerinden büyük müctehidler yetişmişdir. [150] yılında, yetmiş yaşında vefât etdi. Ebû Ca’fer Mensûrun emr etdiği temyîz başkanlığını kabûl etmediği için, zindâna atıldı. Kamçı ile döğüldü. Hergün on kamçı artdırılarak döğüldü. Kamçı sayısı yüz olduğu gün şehîd oldu. Selçûkî pâdişâhlarından sultân Melikşâhın vezîrlerinden Ebû Sa’îd-i Hârezmî, Ebû Hanîfe hazretlerinin mezârı üzerine mükemmel bir türbe yapdı. Sonra, Osmânlı pâdişâhları “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmâ’în”, bu türbeyi çok def’a ta’mîr ve tezyîn eyledi. Hanefî mezhebi, Osmânlı devleti zemânında her yere yayıldı. Devletin resmî mezhebi gibi oldu. Bugün, dünyâ yüzünde bulunan Ehl-i islâmın yarıdan fazlası ve Ehl-i sünnetin pekçoğu, Hanefî mezhebine göre ibâdet etmekdedir). (Mir’ât-ül kâinât) kitâbında diyor ki: (İmâm-ı a’zamın babası Sâbit, Kûfede, imâm-ı Alî ile “radıyallahü anh” buluşup, İmâm hazretleri, buna ve evlâdına düâ buyurmuşdu. [Bunu (Dürr-ül-muhtâr) ve (Mevdû’ât-ül-ulûm) ve (Gâliyye) kitâbları yazmakda, (İbni Âbidîn) vesîkasını da bildirmekdedir.] Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâliki ve dahâ üç veyâ yedisini “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” gördü. Bunlardan hadîs-i şerîfler öğrendi. Hadîs-i şerîfde, (Ümmetimden, Ebû Hanîfe adında biri gelecekdir. Bu, kıyâmet günü, ümmetimin ışığı olacakdır) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Nu’mân bin Sâbit adında ve Ebû Hanîfe denilen biri gelecek, Allahü teâlânın dînini ve benim sünnetimi canlandıracakdır) buyuruldu. (Ebû Hanîfe adında biri gelir. O, bu ümmetin en hayrlısıdır), (Ümmetimden biri, sünnetimi canlandırır. Bid’atleri öldürür. Adı, Nu’mân bin Sâbitdir), (Her asrda, ümmetimden, yükselenler olacakdır. Ebû Hanîfe, zemânının en yükseğidir), (Ümmetimden, Ebû Hanîfe adında biri gelecekdir. İki küreği arasında ben vardır. Allahü teâlâ, dînini, onun eli ile canlandırır) hadîs-i şerîfleri meşhûrdur. Âlimlerden biri, rü’yâda, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ebû Hanîfenin ilmi için ne buyurursunuz?) dedi. Cevâbında, (Onun ilmi herkese lâzımdır) buyurdu. Başka bir âlim, rü’yâsında, (Yâ Resûlallah! Kûfe şehrindeki Nu’mân bin Sâbitin bilgileri için ne buyurursunuz?) dedi. (Ondan öğren ve onun öğretdiği ile amel et. O, çok iyi kimsedir) buyurdu. İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” (Size, bu Kûfe şehrinde bulunan, Ebû Hanîfe adında birini haber vereyim. Onun kalbi, ilm ile, hikmet ile dolu olacakdır. Âhır zemânda, birçok kimse, onun kıymetini bilmiyerek helâk olacakdır. Nitekim, şî’îler de, Ebû Bekr ve Ömer için helâk olacaklardır) dedi. İmâm-ı Muhammed Bâkır “rahmetullahi aleyh”, Ebû Hanîfeye “rahmetullahi teâlâ aleyh” bakıp (Ceddimin dînini bozanlar çoğaldığı zemân, sen onu canlandıracaksın. Sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın! Sapıkları doğru yola çevireceksin! Allahü teâlâ yardımcın olacak!) buyurdu. Yukarıdaki hadîs-i şerîflerden birinci, ikinci ve beşincileri, (Hayrât-ül-hisân)da ve allâme Taşköprülünün (Mevdû’ât-ül’ulûm) kitâbında da yazılıdır. Kıymetli fıkh kitâbı (Dürr-ül-muhtâr)ın müellifi, önsözünde, (Âdem “aleyhisselâm” benimle öğündüğü gibi, ben de ümmetimden bir kimse ile öğünürüm. İsmi Nu’mân, soyadı, Ebû Hanîfedir. Ümmetimin ışığıdır) ve (Peygamberler benimle öğündükleri gibi, ben de Ebû Hanîfe ile öğünüyorum. Onu seven, beni sevmiş olur. Onu sevmiyen, beni sevmemiş olur) hadîs-i şerîflerini yazıyor ve İbni Cevzînin buna mevdû’ demesi te’assubundandır, ya’nî inâdındandır. Çünki, çeşidli yollardan bildirilmişdir diyor. İbni Âbidîn, bu hadîslerin sahîh olduğunu bildiriyor ve bu satırları açıklarken buyuruyor ki, (İbni Hacer-i Mekkînin, (Hayrât-ül-hisân) kitâbında bildirdiği gibi, (Buhârî) ve (Müslim)deki hadîs-i şerîfde, (Îmân süreyyâ yıldızına çıksa, Fâris oğullarından biri, elbette alıp getirir) buyuruldu. Fâris demek, Îrânın Fers denilen memleketindeki insanlar demekdir. İmâm-ı a’zamın dedesi buradandır. Bu hadîs-i şerîfin, İmâm-ı a’zamı “rahmetullahi teâlâ aleyh” gösterdiği açıkdır. Bunda hiç şübhe yokdur.) Süyûtî, Zehebî ve Askalânî gibi hadîs âlimleri, birkaç hadîs-i şerîfe mevdû’ demişler ise de, bu sözleri, (Benim mezhebimdeki sahîh olmak şartları yokdur) demekdir. Uydurma hadîsdir demek istememişlerdir. İbni Teymiyye, İbni Cevzî ve Aliyyülkârî gibi kimselerin te’assub ile, hased ile yazdıklarına aldanarak, kıymetli kitâblarda bulunan bu hadîs-i şerîflere uydurma dememelidir. İkinci kısmda, beşinci maddeyi okuyunuz! (Berîka) kitâbının üçyüzonuncu sahîfesinde diyor ki, (Buhârî)de ve (Müslim)deki hadîs-i şerîfde, (İnsanların en hayrlısı, benim asrımda bulunan müslimânlardır. Ya’nî Eshâb-ı kirâmdır. Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir. Ya’nî Tâbi’îndir. Onlardan sonra da en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir. Onlardan sonra gelenlerde, yalan yayılır. Bunların sözlerine ve işlerine inanmayınız!) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, vehhâbîlerin (Feth-ul-mecîd) kitâbında da yazılıdır. Eshâb-ı kirâmın hepsi, onlardan sonraki asrlarda gelenlerin ise çoğu, hadîs-i şerîfde bildirildiği gibidirler. İmâm-ı a’zam, bu hadîs-i şerîfde müjdelenen Tâbi’înden biridir. Hattâ, Tâbi’înin en üstünlerinden olduğunu, bütün müslimânlar, hattâ dinli dinsiz her ilm adamı bilmekdedir. İmâm-ı a’zam “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bu hadîsle müjdelenenlerin en üstünlerinden biri olduğundan, onun şânını, yüksekliğini anlatmak için, başka hadîs-i şerîf aramağa lüzûm yokdur. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin büyüklüğünü bildiren âlimlerden birisi Muhammed bin Mahmûd Hârezmîdir. İmâmın Müsnedini şerh etmiş ve başında fazîletlerini bildirmişdir. Bu yazısı (Üsûlül-erbe’a) sonunda mevcûddur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, yukarıdaki hadîs-i şerîfde, mezheb imâmlarını överken, vehhâbîler için bakınız ne buyuruyor: (Tenbîh)de ve (Muhtasar-ı tezkire)de yazılı iki hadîs-i şerîfde, (Kıyâmete yakın ilm azalır, cehâlet artar) ve (İlmin azalması, âlimlerin azalması ile olur. Câhil din adamları, kendi görüşleri ile fetvâ vererek fitne çıkarırlar. İnsanları doğru yoldan sapdırırlar) buyurdu. Bu hadîs-i şerîfler, son zemânlarda, câhil, fâsık ve sapık din adamlarının çoğalacaklarını, müslimânları aldatacaklarını haber vermekdedir). Gençliğinde kelâm ilmine ve ma’rifete çalışıp, pek mâhir oldu. Sonra, imâm-ı Hammâda yirmisekiz yıl hizmet edip yetişdi. Hammâd vefât edince, onun yerine, müctehid ve müftî oldu. İlmi, üstünlüğü her yere yayıldı. İlmi, fazîleti, zekâsı, anlayışı, zühd ve takvâsı, emâneti, çabuk cevâblı olması, dîne bağlılığı, doğruluğu ve bütün insanlık olgunluklarında, herkesin üstünde idi. Zemânında bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler ve başka âlimler, üstün kimseler, hattâ hıristiyanlar, kendisini hep medh etmiş, övmüşdür. İmâm-ı Şâfi’înin (Fıkh bilgisinde, herkes, Ebû Hanîfenin çocuklarıdır) buyurduğu (Hayrât-ül-hisân) ve (Mîzân-ül kübrâ) ve (Mir’ât-i kâinât) ve (Mevdû’ât-ül-ulûm)da yazılıdır. Hâfız Zehebî, (Es-sahîfe fî menâkıb-i Ebî Hanîfe)de ve İbni Hacer-i Mekkî, (Kalâid-ül-ukbân fî-menâkıb-in Nu’mân)da ve Hamevî, (Eşbâh) şerhinin başında ve Muhammed bin Yûsüf, (Sîret-i Şâmî)de ve müftî Mahmûd Pişâvürî, fârisî (Huccet-ül-islâm) kitâbında, imâmı Şâfi’înin (Fıkh âlimi olmak istiyen, Ebû Hanîfenin kitâblarını okusun!) dediği ve bunu imâm-ı Müzenînin haber verdiğini yazmakdadırlar. Bir kerre de (Ebû Hanîfe ile teberrük ediyorum. Hergün, mezârını ziyâret ediyorum. Zor bir durumda kalınca, Onun kabrine gidip, iki rek’at nemâz kılarım. Allahü teâlâya yalvarırım. Dileğimi verir) buyurduğunu, yine bu kitâblar yazmakda ve (İbni Âbidîn) önsözünde ve (Şevâhid-ül-hak) yüzaltmışaltıncı sahîfede bunu îzâh etmekdedir. (Gâliyye)de diyor ki, (İmâm-ı Şâfi’î, Ebû Hanîfenin kabri yanında sabâh nemâzını kılar, Ona hurmeten, kunût okumazdı. Yeryüzünde Ebû Hanîfeden üstün âlim yokdu). İmâm-ı Şâfi’î, İmâm-ı a’zamın ikinci talebesi olan imâm-ı Muhammedin talebesi idi. (Allahü teâlâ, bana ilmi iki kimseden ihsân etdi. Hadîsi, Süfyân bin Uyeyneden, fıkhı, Muhammed Şeybânîden öğrendim) buyurdu. Bir kerre de (Din bilgilerinde ve dünyâ işlerinde, kendisine minnetdâr olduğum bir kişi vardır. O da, imâm-ı Muhammeddir) buyurdu. Yine imâm-ı Şâfi’î buyurdu ki, (İmâm-ı Muhammedden öğrendiklerimle, bir hayvan yükü kitâb yazdım. O olmasaydı, ilmden birşey edinemiyecekdim. İlmde, herkes, Irâk âlimlerinin çocuklarıdır. Irâk âlimleri de, Kûfe âlimlerinin talebesidir. Kûfe âlimleri ise, Ebû Hanîfenin talebesidir). İmâm-ı a’zam, dörtbin kimseden ilm aldı. Hanefî mezhebinde, beşyüzbin din mes’elesi çözülmüş, hepsi cevâblandırılmışdır. İmâm-ı a’zamın takvâsı çok fazla idi. Halâl yimek için, ticâret yapardı. Ortakları vardı. Şübheli sandığı binlerle lira kazancı, fakîrlere ve din adamlarına dağıtırdı. Yüzlerce talebesini kendi kazancından besler, ihtiyâclarını giderirdi. Otuz yıl, hergün oruc tutdu. [Yalnız bayramlarda beş gün tutmazdı.] Geceleri nemâz kıldı. Günün çok sâatini, mescidde ders vermekle, halkın sorularını cevâblandırmakla geçirirdi. Geceleri, mescidde ve evinde, sâhibine ibâdet ederdi. Kırk yıl, yatsının abdesti ile sabâh nemâzını kıldı. Çok kerre, bir rek’atda veyâ iki rek’atda bütün Kur’ân-ı kerîmi okurdu. Ba’zan da, yalnız bir azâb veyâ rahmet âyetini nemâzda veyâ nemâz dışında tekrâr tekrâr okuyup, hıçkıra hıçkıra ağlar, sızlardı. İşitenler, hâline acırdı. Fakîrler gibi giyinirdi. Ba’zan da, Allahü teâlânın ni’metlerini göstermek için çok kıymetli elbise giyerdi. Ellibeş kerre hac yapdı. Yalnız rûhu kabz olunduğu yerde, yedibin kerre hatm-i Kur’ân okumuşdu. (Ömrümde bir kerre güldüm. Ona da pişmânım) demişdir. Az söyler, çok düşünürdü. Ba’zı din konularında, talebesi ile münâzara, konuşma yapardı. Bir gece, yatsı nemâzını cemâ’at ile kılıp çıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir ayağı dahâ mescidde iken, bir konu üzerinde, talebesi Züfer ile sabâh ezânına kadar konuşup, ikinci ayağını dışarı çıkarmadan, sabâh nemâzını kılmak için, yine mescide girmişdir. İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” (Dörtbin dirheme kadar nafaka câizdir) buyurdu diyerek, kazancının dörtbin dirheminden fazlasını fakîrlere dağıtırdı. Yezîd bin Amr, Kûfe şehrine vâlî ve hâkim yapmak istedi. Kabûl buyurmadı. Habs edip döğdürdü. Mubârek başı, yüzü şişdi. Ertesi gün, İmâmı “rahmetullahi teâlâ aleyh” çıkarıp tekrâr teklîf ve sıkışdırdıkda (Danışayım) buyurup izn aldı. Mekke-i mükerremeye gidip, beş altı yıl orada kaldı. Halîfe Mensûr, İmâma çok hurmet ederdi. Onbin akça ile bir câriye hediyye etmişdi. İmâm, kabûl etmedi. Bir akça, bir dirhem gümüş idi. Mensûr zâlim idi. [145] senesinde, İbrâhîm bin Abdüllah bin hazret-i Hasen, Medîne-i münevverede halîfeliğini i’lân eden kardeşi Muhammede yardım için asker topluyordu. Kûfeye gelmişdi. Ebû Hanîfe buna yardım ediyor diye yayıldı. Mensûr işitip, İmâmı, Kûfeden Bağdâda getirtdi. Mensûr, haklı olarak halîfedir diye herkese bildir dedi. Buna karşılık temyîz reîsliğini verdi. Çok zorladı. İmâm-ı a’zam, çok takvâ sâhibi olup dünyâ makâmlarına kıymet vermediğinden, kabûl buyurmadı. Mensûr, incinip habs etdi. Otuz değnek vurdurup, mubârek ayağından kan akdı. Mensûr pişmân olup, otuzbin akça gönderdi ise de, kabûl buyurmadı. Tekrâr habs edip, hergün on değnek fazla vurdurdu. Onbirinci günü, halkın hücûmundan korkulup, zorla sırt üstü yatırıldı. Ağzına zehrli şerbet döküldü. [150] senesinde vefât ederken secde etdi. Nemâzını ellibin kadar kimse kıldı. Çok kalabalık olduğundan, güçlükle, ikindiye kadar kılındı. Yirmi gün nice kimseler gelip, kabri üzerinde nemâzını kıldı). Yediyüzotuz talebesi vardı. Oğlu Hammâd, talebesinin ileri gelenlerinden idi. İmâm-ı a’zam “rahmetullahi teâlâ aleyh” ile talebesi arasında, ba’zı mes’elelerde ayrılık olmuşdur. (Ümmetimin âlimleri arasındaki ayrılık, rahmetdir) hadîs-i şerîfi, bu ayrılığın fâideli olduğunu haber vermekdedir. Allahü teâlâdan çok korkardı. Her işinde Kur’ân-ı kerîme uymağa çok dikkat ederdi. Talebesine (Bir iş için, sözüme uymıyan bir sened elinize geçerse, benim sözümü bırakınız. O senede uyunuz!) buyururdu. Çünki, talebesi de, kendisi gibi müctehid idiler. Bütün talebesi yemîn ediyor ki, (Ona uymıyan sözlerimizi de, elbette ondan işitdiğimiz bir delîle, senede dayanarak söyledik). Müftîler, İmâm-ı a’zamın sözü ile hareket etmelidir. Onun sözü bulunmazsa, imâm-ı Ebû Yûsüfe uymalıdır. Bundan sonra, İmâm-ı Muhammedin sözü ile amel olunur. İmâm-ı Ebû Yûsüf ile imâm-ı Muhammedin sözü bir tarafda, İmâm-ı a’zamın sözü karşı tarafda ise, müftî her iki tarafa göre fetvâ verebilir. İbni Âbidînin ve türkçe (Mecmû’a-i Zühdiyye)nin önsözlerinde ve şeyh-ul-islâm Kemâl paşa-zâde Ahmed bin Süleyman “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” efendinin (Vakfunniyyât) kitâbında diyor ki, (Fıkh âlimleri yedi tabaka, yedi derecedir. En yüksek derecesi, ahkâm-ı islâmiyyede müctehid olanlardır. Bunlara mutlak müctehid denir. Dört mezheb imâmları böyledir. İkinci tabaka, mezhebde müctehid denilen büyük âlimlerdir. Ebû Yûsüf ve imâm-ı Muhammed Şeybânî ve İmâm-ı a’zamın diğer talebeleri böyledir. Bunlar, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin koymuş olduğu üsûl ve kâ’idelere uyarak, delîllerden ahkâm çıkarırlar. Çıkardıkları hükmlerden ba’zıları, İmâm-ı a’zamın çıkarmış olduğu hükmlere uymıyabilir. [Bunlara da mezhebde mutlak müctehid denildiği (Mîzân-ül-kübrâ)da sh. 17 de yazılıdır.] Üçüncü tabaka, mes’elelerde müctehid olan âlimlerdir. Bunlar, ortaya yeni çıkan mes’elelerin hükmlerini bulurlar. Bunların bulduğu hükmlerin ilk iki tabakanın hükmlerine uygun olmaları lâzımdır. Hassâf, Tahâvî, Kerhî, Şems-ül-eimme Halvânî, Şems-ül-eimme Serahsî, Pezdevî, Kâdîhân ve benzerleri olan derin âlimler, üçüncü tabakadan müctehidlerdir. Bunlardan sonra olan tabakalardaki âlimler müctehid değildir. Mukalliddirler. Meselâ, dördüncü tabakadaki, (Eshâb-ı tahrîc) denilen âlimler, ictihâd yapamazlar. Mücmel, kısa bildirilmiş olup, iki dürlü anlaşılabilen hükmleri açıklayarak, bir ma’nâsını seçen Ebû Bekr Ahmed Râzî bunlardandır. 370 [m. 981] de Bağdâdda vefât etmişdir. Fıkh âlimlerinin beşinci tabakası, (Eshâb-ı tercîh)dir. Kendilerine gelmiş olan, çeşidli haberler arasından sahîh, evlâ olanları seçerler. (Kudûrî) ve (Hidâye) sâhibi Bürhâneddîn Mergınânî bunlardandır. Altıncı tabaka, (Eshâb-ı temyîz) olup, kavî hükmleri za’îf olanlardan, zâhir haberleri, nâdir haberlerden ayıran mukallid âlimlerdir. (Kenz), (Muhtâr) ve (İhtiyâr), (Vikâye) ve (Mecma’ul-bahreyn) kitâblarının sâhibleri bunlardandır. Bunların kitâblarında merdûd ve za’îf rivâyetler yokdur. Yedinci tabaka, yukarıda bildirilen hizmetleri yapamıyan, ancak önceki tabakaların kitâblarından doğru olarak nakl yapabilen, onları bildiren mukallidlerdir. [(Tahtâvî) ve (İbni Âbidîn)in ve (Dürr-ül-muhtâr) sâhibinin bunlardan olduğu, (Mecmû’a-i Zühdiyye)de yazılıdır.] Altıncı tabakadan âlimler kıyâmete kadar bulunacaklar, hakkı bâtıldan ayıracaklardır. (Ümmetimden hak üzere olan âlimler, Kıyâmete kadar bulunacakdır) hadîs-i şerîfi, bunu haber vermekdedir). (Mîzân-ül-kübrâ)nın önsözünde diyor ki, (Dört mezheb imâmından “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sonra, hiçbir âlim, mutlak müctehid olduğunu iddiâ etmedi. Yalnız imâm-ı Muhammed bin Cerîr-i Taberî “rahmetullahi teâlâ aleyh” böyle iddiâda bulundu ise de, kabûl edilmedi. İmâm-ı Süyûtî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, mezhebde mutlak müctehid olduğunu söyler ve şâfi’î mezhebine göre fetvâ verirdi. Tesavvufun yüksek derecesine varmış olan ârif-i kâmiller, zevk ve vicdân ile ictihâd sâhibi olurlar. Halâl olan şeyleri, güzel kokuları ile, harâmları da, habîs kokuları ile anlarlar. Bir Ârif-i kâmilden feyz almadıkca, ictihâd derecesine yükselmek mümkin değildir. Bu dereceye yükselen Velînin, bir mezhebi taklîd etmesine lüzûm kalmaz. Onların hanefî, şâfi’î olduklarını söylemeleri, bu dereceye yükselmeden evvel, taklîd etmiş oldukları mezhebleridir. Vilâyet derecelerine yükselebilmek için, dört mezhebden birinin fıkh bilgilerini doğru olarak öğrenmek lâzımdır. Bunun için, Ehl-i sünnet i’tikâdında olan ve o mezhebe bağlılığı bilinen sâlih bir zâtdan dinliyerek veyâ böyle birinin yazdığı ilmihâl kitâbından okuyarak öğrenmek şartdır. İ’tikâdı bozuk, mezhebsiz bir din adamından dinliyerek veyâ ne olduğu belirsiz kimsenin yazdığı kitâbdan okuyarak öğrendiğine uyan yâhud dört mezhebden birini taklîd etmiyen sôfî, dalâlete düşer, (zındık) olur. Başkalarını da yoldan çıkarmakda şeytânın yardımcısı olur.) [Yeni müslimân olan kimsenin veyâ âkıl ve bâlig olan müslimân evlâdının, evvelâ (Kelime-i şehâdet) söylemesi ve bunun ma’nâsını öğrenip, inanması lâzımdır. Sonra, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılı olan i’tikâd, ya’nî îmân edilmesi lâzım olan bilgileri öğrenip, bunlara inanması lâzımdır. Sonra Ehl-i sünnetin dört mezhebinden birinin kitâblarında yazılı olan fıkh bilgilerini, ya’nî islâmın beş şartını ve halâl, harâm olan şeyleri öğrenmesi ve bunlara inanması ve uygun yaşaması lâzımdır. Bunları öğrenmek ve uymak lâzım olduğuna inanmıyan, ehemmiyyet vermiyen (mürted) olur. Ya’nî kelime-i şehâdet getirerek müslimân oldukdan sonra, tekrâr kâfir olur. Dört mezhebin i’tikâdı birbirinin aynıdır. Dört mezhebden birinin îmân ve fıkh bilgilerine tâbi’ olan [uyan] bir müslimâna (Ehl-i sünnet) veyâ (Sünnî) denir. Dört mezhebden birinde olmıyan kimsenin îmânı bozulur. Yâ, (bid’at sâhibi), ya’nî sapık müslimândır. Yâhud, mürted olur. Bunun her ikisi de, tevbe etmeden ölürse, muhakkak Cehenneme girecek, ateşde yanacakdır. Bir iş yaparken, özrü hâsıl olup, bu işin kendi mezhebindeki şartlarından birine uyması güçleşen kimse, bu işi, dört mezhebden herhangi birindeki şartlarına uyarak yapar. Bu ikinci mezhebin, bu iş için olan şartlarının hepsine uyması lâzım olur. Bu şartlardan birine uyması zor olur, fekat kendi mezhebinde kolay olursa, bu işi yapması sahîh olur. İki mezheb zarûrî telfîk edilmiş olur. Kendi mezhebinde de zor olur ise, kendi mezhebindeki birinci şartı yapmaması câiz olur. Fekat, Eshâb-ı kirâmdan birinin ictihâdına göre câiz olabileceğini düşünmek iyi olur. İkinci kısm, 1. ci maddeye bakınız! Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vefâtında hayâtda bulunan binlerce Sahâbînin herbiri müctehid idi. Dört mezhebden birini taklîd etmekde zorluk hâsıl olduğu zemân, Eshâb-ı kirâmdan birinin ictihâdına uygun olan ibâdetimiz sahîh olur. Özr olunca zann-ı gâlibimiz makbûl olur. Tevbe sûresinin 102. ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Muhâcirînin ve Ensârın önce olanları ve bunlara tâbi’ olanlar, Allahü teâlâdan râzıdır. Allahü teâlâ da onlardan râzıdır. Onlara Cennetleri hâzırladım. Burada sonsuz kalacaklardır) buyurulmuşdur. Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” âlemlere rahmet oldukları ve herhangi birine tâbi’ olanın sonsuz se’âdete kavuşacağı bu âyet-i kerîmeden de anlaşılmakdadır.] Muzdarib bir gönülle, kâbûslu hayâllerle, Gökler karardı yine, hiçbir yer görünmiyor, Göz yaşım ummân oldu, yol vermiyor geçeyim, Zulmet basdı cihânı, bütün emeller söndü, Son bir def’a bakayım, o hüsn-i cemâline, Rabbimden diliyorum, yakınlara gelmeni, Gözün, gönlün arkada, nereye gidiyorsun? Nereye gidiyorsun, ey yârine doymayan? Nereye gidiyorsun, ondan nasıl ayrıldın? Mâzîyi hâle tebdîl edip, seyredeceğim, Karşımdaki hayâlin, biraz dahâ kal diyor, |