1- Malı ve kazancı olmayan kimseler, 2- Malı ve
kazancı olup, bunlar kendisi ve ailesinin geçimine yetmeyen
kimseler, 3- Geçimini yarı yarıya karşılayacak
malı olup da geçim darlığı içinde bulunanlar,
olmak üzere üç grupta toplayabiliriz (el-Fetâvâ'ı Hindiyye,
Beyrut 1400/1980, I, 187).
Zekâtın verileceği yerlerden üçüncüsü olarak,devlet
tarafından, zekâtı toplayıp dağıtmakla görevli
olarak kurulan teşkilatın her kademesinde çalışan
zekât memurlarının Kur'an-ı Kerim'de zikredilmiş
olması ve Hz. Peygamberin de bu iş için gerektiği
kadar memur kullanmış olması, zekâtı toplama ve
dağıtma işinin, devletin görevleri arasında yer
aldığını göstermektedir. Ayrıca,
memurların aldığı pay ücret niteliğinde
olduğu için, zengin olmaları,bunu almalarına engel
değildir. Ücretlerinde asgarî geçim seviyesinden az olmaması
gerekir. Öte yandan, görevlilerin hediye kabul etmemeleri ve zekâtını
veren mükelleflere de iyi davranmaları gereklidir (el-Kâsâni,
Bedâyiu's-Sanâyi', Beyrut 1400/1982, II, 44 el-Fetâvâ'ı
Hindiyye, I, 188).
Zekât verilecek yerlerden dördüncüsü de müellefe-i kulûb
yani kalbleri Islâma ısındırılmak istenen
kimselerdir. Müellefe-i kulûba zekât verme hükmü, Resulullah
(s.a.s)'in vefatından sonra, Hz. Ebû Bekir devrinde gündeme
gelmiş ve daha önce bu sınıftan zekât alan bazı
kimseler halife'ye gelerek haklarının devam etmesini
istemişlerdir. Halife gerekli yazıyı
hazırladıktan sonra, şûrâ üyesi olan Hz. Ömer'e
göndermiştir. Ömer (r.a), bu sınıfa zekât vermenin
sebeplerini dikkate alarak, şartların
değiştiğini, Islâm Devletinin ve müslüman toplumun
zayıf olduğu dönemde verilen bu payın, verilmesine
artık gerek kalmadığını söyledi. Halife Ebû
Bekir (r.a) de aynı görüşe katılınca, bu
sınıfa zekat verme uygulaması durduruldu. Müellefe-i
kulûba zekât vermenin illeti; dini güçlendirip yüce kılmaktır.
O devirde belirtilen illetin ortadan kalkması, hükmün sona
ermesi niteliğindedir. Uygulamanın Hz. Ebû Bekir devrinde
durdurulduğunda şüphe yoktur. Ancak bu durdurma daha sonra
aynı şartlar ve illet yeniden ortaya çıkarsa, bu
sınıfa zekât verilmesine engel değildir. Müellefe-i
kulûbun müşrik olmayan fakirlerine ise her zaman zekât
verilebilir. Onlar ilk iki sınıf içinde değerlendirilebilir
(bk. el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi, Beyrut 1402/1982, II, 44,
45;Ibn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, Istanbul 1984, II, 339 vd). Bazı
fıkıh kaynaklarında, zekâtın verileceği
yerler arasında müellefe-i kulûb zikredilmemiştir. Bunun
sebebi, Hz. Ebû Bekir devrinde uygulamanın durdurulması
olmalıdır. Diğer yandan, müellefe-i kulûba zekât
verme hükmünün, Hz. Peygamber'in Muaz b. Cebel'e zekâtı Yemen
halkının zenginlerinden alıp, fakirlerine vermesini
bildirdiği hadisle yahut illetin ortadan kalkması sebebiyle
neshedildiği de söylenmiştir (Ibn Âbidin, a.g.e., II, 342;
Mehmed Zihni Nimet-i Islâm, Istanbul, t.y., s. 583).
Günümüzde, kalpleri Islâma ısındırılmak
istenen kişilere, gerek Islâm'a verecekleri zararı önlemek
ve gerekse imanlarını güçlendirmek için zekâtın
verilmesi, Islâm'ın yayılmasına ve güçlenmesine yardımcı
olabilir.
Zekâtın devlet eliyle alınması halinde, müellefe-i
kulûbla ilgili kararı ülke ve belde şartlarına devlet
takdir eder.
Kendilerine zekât verilmesi gereken diğer bir grup da kölelerdir.
Islâm, köleliği getirmemiş; mevcut olan uygulamayı
ıslah etmiş, kölelere ileri derecede insanî haklar tanımış
ve giderek bu müesseseyi ortadan kaldırmak için bir takım
tedbirler öngörmüştür. Işte bu tedbirlerden biride, zekât
gelirlerinden, kölelerin hürriyete kavuşturulması için
harcama yapılmasıdır. Her nevi köle, âyetin kapsamına
girmektedir. Hanbelilere göre "köle" tâbirinin içine,
henüz köle yapılmamış fakat yapılması mümkün
olan müslüman esirler de girer. Dolayısıyla böyle
müslüman esirleri kurtarmak için zekât gelirlerinden harcama
yapmak caizdir. Öte yandan, bugün artık kölelik kalkmıştır.
Fakat harpler devam etmektedir. Bu bakımdan müslüman esirleri
esaretten kurtarmak için zekât gelirlerinden harcama yapmanın
caiz olduğu görüşü ileri sürülmekte ve
benimsenmektedir.
Zekâtın sarf yerlerinden altıncısı borçlulardır.
Hanefîlere göre borçlu; borcu olan ve borcundan başka nisab
miktarı mala sahip olmayan kimsedir. Imam Malik, Şafiî ve
Ahmed b. Hanbel'e göre ise, borçlu; kendisi için veya toplum yararı
için borçlanan kimse olmak üzere iki çeşittir. Her iki gruba
da, ihtiyaçlarını karşılayacak veya
uğramış oldukları zarar ve ziyanı telâfi
edecek kadar zekât verilebilir. Başkaları adına borçlanan
kimselerin aslında zengin olmaları, durumu
değiştirmez. Nitekim Ashab-ı Kiramdan Kabısa b.
Muhârık, böyle bir sebeple borçlanmış ve Rasûlüllah'a
gelerek zekât fonundan talepte bulunmuştur. Bunun üzerine Hz.
Peygamber: "Istemek ancak şu üç kimseye helâldir: 1- Başkasının
bir işini namına angarya olarak yüklenen kimsenin verdiği
kadar istemesi helâl olur, o miktarı alınca durur. (Zengin
olduğu için daha fazla almaz). 2- Başına gelen bir
felaket yüzünden servetini kaybeden kimse, işini yoluna koyacak
ve geçimini sağlayacak kadar isteyebilir. Kendi kabilesinden
aklı başında üç kişinin "filan yoksul düştü"
diyebileceği kimse ihtiyacını giderecek kadar alabilir.
Ey Kabîsa! Bunlardan başkasının istemesi caiz
değildir. Alırsa haram yemiş olur"
buyurmuştur (Müslim, Zekât, 109; Ebû Dâvûd, Zekât, 26;
Nesâî, Zekât, 80, 86). Kur'an-ı Kerim'de yedinci sırada
zekâtın Allah yolunda sarfedilmesi istenmiştir. "Allah
yolunda" ifâdesi ise şöyle açıklanmıştır:
"Farzları, nâfileleri ve her nevi hayırları
yerine getirerek Allah'a yaklaşma, O'nun rızasına erme
amacıyla yapılan her ihlâslı amel "Allah
yolunda"dır. Ancak, bu ifade kayıtsız
şartsız söylenince çoğu kere cihat
anlaşılır" (Ibnü'l-Esir, en-Nihâye, II,
145,156). Dört mezhebe göre de, İslam'ın muhafazası
ve tebliği için yapılan savaş (cihat), kesin olarak
"Allah yolunda" ifadesine dahildir. Zekat bizzat cihada
katılanlara verilir. Ancak, âmme hizmeti için yapılan
cami, okul, köprü ve hastane gibi yerlere verilmez. Hanefîlere
göre cihat edenin fakir olması da şarttır. Her ne
kadar ayette geçen "Allah yolunda" ifadesinden, daha çok
cihat anlamı çıkarılmışsa da; cihatın
yalnızca askerî savaşa mahsus olmadığı, fikrî,
terbiyevî, içtimaî, iktisadî ve siyasî çeşitlerinin de
bulunduğu ileri sürülmüştür (el-Kardâvi, a.g.e., s.
655-669). Nitekim Hadislerde, zalim sultanın
karşısında hakkı söylemeye de "cihat"
denilmiştir (Ebu Dâvud, Melâhim,18; Nesâî, Bey'at, 38). Aynı
şekilde "Müşriklere karşı mal, can ve
dilinizle cihat edin" buyurulmuştur (Ebû Dâvud, Cihâd, 5,
38, Fiten, 13; Nesâi, Zekât, 49, Cihâd, 7; Ahmed b. Hanbel,
Müsned,III, 13, 16). Ancak, cihatta hedefin mutlaka Islâmî olması
da gereklidır. Bir defasında Hz. Peygamber'e "Cesaret
olsun diye, yiğitlik olsun diye veya gösteriş için savaşan
kimselerden hangisi Allah yolundadır" diye sorulduğunda
O, Allah'ın isminin en yüce olması için savaşan
insan, işte o Allah yolundadır" buyurmuştur (Buhârî,
Ilim, 45, Cihâd, 15; Müslim, Imâre,149-151).
Bu durumda, gayesi İslamın hâkimiyet ve ihyası, Islâm
yurdunun muhafazası ve kurtarılması, Islâm'a yönelen
her türlü tehlikenin önlenmesi olan askerî, fikrî, siyasî,
iktisadî mücadele ve faaliyetler Allah yolunda" ifadesinin
kapsamına girer. Bu faaliyetler için zekât fonundan harcama yapılabilir
(el-Kardâvi, a.g.e., s. 655-669).
Zekâtın sarf yerlerinden sonuncusu yolculardır. Islâm
dini, rızık aramak, ilim tahsil etmek, Allah'ın yeryüzündeki
yaratıklarını ibret gözüyle görmek, Allah yolunda
cihad etmek ve İslam'ın beş temel esasından biri
olan hacc ibadetini yerine getirmek gibi sebeplerle yolculuk
yapılmasını teşvik etmiştir. Bu gibi
meşru gayeler uğrunda seyahat edilmesini teşvik eden
Islâm, parasızlık sebebiyle yolda kalmış
kimselere bunlar kendi memleketlerinde zengin bile olsalar zekâttan
pay ayrılmasını emretmiş; zekâtın
dışındaki kaynaklardan da yolculara yardım
edilmesini istemiştir (el-Isrâ, 17/26; er-Rûm, 30/38; en-Nisâ,
4/36, el-Enfâl,8/41; el-Haşr, 59/7).
Böyle bir uygulamayı Islâm'ın dışında
herhangi bir sistemde bulmak mümkün değildir.