Bir şeyin önce düzgün, düzenli ve yararlı iken,
sonradan bu vasıflarını kaybederek değişmesi ve
bozulması (kokuşması) gibi anlamlara gelir. Fesadın
zıddı, salâh, fesad kökünden türeyen mefsedet'in zıddı
da maslahat'tır.
Fesad bir çok şey hakkında kullanılabilmektedir.
İbnu'l-Cevzî bunları şu şekilde
maddeleştirmiştir:
1) Can, beden ve istikametten ayrılan her şey için.
2) Zat ve eşya hakkında kullanılabildiği gibi,
din hakkında da kullanılabilir ki, din hususundaki fesad, çoğunlukla
isyan veya küfür ile olur.
3) İbareler: Fesad, ibadetler hakkında da
kullanılır. Bazı ibadetler (hac, umre), fâsid olduğu
halde devam edilip tamamlanabilir. Bazıları ise (namaz vb.),
fasid olunca artık devam edilmez ve tamamlanamaz. Yeni baştan
yapılması gerekir.
4) Akitler: Akitler hukukî (şer'î) şartlarını
tamamlamadıkları zaman fasid olurlar.
5) Şehadet: Kendisiyle hüküm verilmesini gerektirecek vasıfta
ve özellikle olmayan şehadet "fasid şehadet" olarak
adlandırılır.
6) Dava: Bir dava mahkemede dinlenebilmesi için gerekli
şartları taşımıyorsa, "fasid dava"
olarak vasıflanır.
7) Söz: Bir söz eğer muntazam ve düzenli değilse, buna
"fasid söz" denir.
8) Fiil (iş): Bir iş, bir davranış, nazar-ı
itibara alınmıyor ve önemsenmiyorsa, buna "fasid
fiil" denir.
Fesad ve bu kökten türemiş olan isim ve fiiller, Kur'an'da
elli yerde geçmektedir. Tefsirciler bunları genelde yedi anlamda
toplamaktadırlar.
I) Ma'siyet: "Onlara yeryüzünde fesad çıkarmayın
denilince: "biz ıslah edicileriz ' derler..." (el-Bakara,
2/1 1).
2) Helâk: "Eğer, gökte ve yerde Allah'tan başka
ilahlar olsaydı, her ikisi de fâsid, yani helak olurdu..."
(el-Enbiya, 21/22).
"Eğer gerçek onların arzuları doğrultusunda
olsaydı, gökler, yer ve bu ikisinde bulunanlar helak olurdu.
Halbuki biz onlara, kendi zikirlerini getirdik onlar ise kendi
zikirlerinden (onlara açıkladığımız
hakikatten) yüz çeviriyorlar" (el-Mü'minûn, 23/71).
3) Kuraklık (yağmur kıtlığı):
"İnsanların, kendi elleriyle yaptıkları yüzünden,
onlara yaptıklarının sadece bir kısmını
tattıralım diye, karada ve denizde, "fesad" ortaya
çıktı. Belki, yaptıklarının doğru
olmadığını anlar vazgeçerler" (er-Rum, 30/41);
(Bugün, havanın, suların, kısaca tabiatın toplumun,
Sosyal ekonomik yapının insanlar tarafından
bozulması, kirletilmesi bu ayetin muhtevası içinde değerlendirilebilir).
4) Öldürme (katl): "Firavn milletinin ileri gelenleri; Musa'yı
ve kavmini, seni ve tanrılarını terkederek yeryüzünde
fesad çıkarsınlar diye mi, yani Mısır ehlini
öldürsünler diye mi terk ediyorsun" dediler... (el-A'raf, 7/127;
Ayrıca bkz. Kehf, 18/94; Mü'min. 40/26).
5) Harab olma, harap etme: "Başa geçince, yeryüzünde
fesad çıkarmak için yani, ona harab etmek için çabaladı..."
(el-Bakara, 2/205; bkz. en-Neml, 27/34).
6) Küfr: "Sizden önceki nesillerin ileri gelenleri,
yeryüzünde fesad 'a, yani, küfr'e engel olmalı değil mi
idiler..." (Hûd, 1 1/1 16).
7) Sihir: "Sihirbazlar sihirlerini göstermeye başlayınca,
Musa onlara: sizin bu yaptığınız sihirdir, Allah onu
boşa çıkaracaktır. Çünkü Allah, müfsidlerin yani
sihir yapanların amelini ıslah etmez, dedi" (Yunus, 1 0/8
1) .
Yine bu anlamlara ek olarak, Fîrûzâbâdî, "Biz ahiret
yurdunu, yeryüzünde üstünlük ve fesad istemeyenlere mahsus kıldık..."
(el-Kasas, 28/83) ayetindeki fesadın, "malı haksız
yere almak" olarak tefsir edildiğini de söylemektedir. Hemen
belirtelim ki, fesad için verilen bu anlamlar, sınırlandırıcı
ve bağlayıcı olmayıp, o zamana kadar bu kelimenin
nasıl tefsir edildiğini göstermek maksadıyla
zikredilmişlerdir. Zamana ve şartlara göre, ayetlerde geçen
"fesad" sözcüğünün daha başka şekillerde
yorumlanması da mümkündür.
Fesad ve bu kökten türeyen isim ve fiiller, aynı şekilde,
Hadislerde de çeşitli anlamlarda
kullanılmıştır. Anlamları çok yakın
olmakla birlikte, bunları genel olarak şu şekilde
gruplandırmak mümkündür:
a) ''Bozulmak, istikametten ayrılmak" (Bkz. Tirmizî,
Fiten, 13/27; Ebû Dâvûd, Cihad, 24), b) "Fitne ve huzursuzluk çıkarmak
(ifsad)" (Buhâri, Fiten, 21; Ebu Dâvûd,
Adâb, 37; Buhâri, Hudûd, 31; Tirmizî, Nikâh, 3), c) "İki
kişinin arasını açmak, birbirine düşürmek
(ifsad)" (Dârimî, Rikak, 7; Ahmed b. Hanbel, VI, 459. Tirmizî, Kıyame,
56); d) ''İbadetin bozulması, geçersiz olması" (Buhâri,
Ezân, 58; Vudû, 69; Salat, 15; Muvatta, Hacc, 152), e) "Akdin
kusurlu (fasid) olması" (Buhari, Hiyel, 4), f)
"Bozulmak" (Buhâri, İman, 39).
Bazı ayetlerde geçen, "yeryüzünde fesad çıkarmak"
ifadesinin ne anlama geldiği hususunda şunlar kaydedilir:
a) İbn Abbas, Hasan ve Katade'ye göre; yeryüzünde fesad çıkarmak
"Allah'a isyanı ortaya çıkarmak" anlamına
gelir. Fahreddin er-Râzı'nin naklettiğine göre Kaffâl, bu
hususu şöyle açıklamıştır: Allah'a isyan
izhar etmek, yeryüzünde fesad çıkarmak demektir. Çünkü,
şerîatler, insanlar arasına konulmuş yollar ve güzergâhlardır
(sünen); insanlar, bunlara tutunursa düşmanlıklar kalkar,
fitneler söner ve kan dökülmesi durur, neticede, yeryüzü ve bütün
insanlar sulh ve sükuna kavuşur. Eğer, bu sünnetler
terkedilirse ve herkes heva ve keyfi arzularına göre davranırsa,
anarşi ve çalkantılar kaçınılmaz olur.
b) Bu ifade, bazı ayetlerde (el-Bakara, 2/205 de olduğu
gibi), küfür ve nifak anlamına gelir.
c) Fitneyi körüklemek, savaş çıkarmak anlamına
gelir. Bunun sonucunda da, insanların düzenleri, ekinleri, dinî
ve dünyevî menfaatleri bozulur.
Görüldüğü gibi fesad, özellikle Kur'an'da, "anarşi,
bozgunculuk, istikrarsızlık" gibi anlamlarda
kullanılmaktadır. O halde Kur'an, toplum ve insanlık için
gerek dinî gerekse sosyal manada, istikrar ve istikameti istemektedir.
İslâm, toplumun istikrarını korumak uğruna, tam
istikamet üzere olmayan (fâsık) idareciye başkaldırmama
anlayışını buradan almaktadır.
Fesad'ın sosyal ve siyasi (sosyopolitik) muhtevasının
yanında bir de, hukukî muhtevası vardır. Bu muhteva
kelimenin Kur'an, hatta sünnetteki kullanımında mevcut
olmayıp daha sonra hukukçular tarafından ona yüklenmiştir.
Hukuk doktrinlerinin doğup terminolojinin teşekkül etmeye
başlamasından sonra, Hanefi hukukçular fesad sözcüğüne
yepyeni bir hukukî anlam yüklemişler ve fesâd'ı akdin
-fer'i yönlerinde (tamamlayıcı unsurlarında) bulunan ve
akdi sıhhat mertebesi ile butlan mertebesi arasında bir
mertebeye getiren bir kusur (halel) ile- kusurlu olması durumunu
ifade için kullanmışlardır. Bu kusur, aslı
noktalarda (kurucu unsurlarda) bir aykırılık
olmadığı için, bu akit "batıl (gayri mün'akid)"
sayılamayacağı gibi, bünyesinde, akit sistemine fer'i
noktalarda bir aykırılık mevcut olduğu için
"sahih" de sayılamaz. Öyleyse, fasid akit, hukukî varlığı
olmayan bâtıl akit ile hukukî varlık kazanmış ve
muteber olmuş sahih akit arasında yer almaktadır. Zaten
bu anlam, kelimenin sözlük anlamında da mevcuttur. Nitekim,
yukarıda da belirtildiği gibi, fesad'ın sözlük anlamı,
yok olma, ortadan kalkma değil, mevcut olan bir şeydeki,
değişme ve bozulmadır. Bu itibarla hukuken yok
sayılan batıl akit ile, hukukî varlık
kazandığı halde "bozuk (kusurlu)" olan fâsid
akdin ayrı ayrı hükümlere tabi tutulması, güzel bir
hukuk anlayışıdır.
Fesad teorisi Hanefi menşe'lidir. Diğer çoğunluk
hukukçular, hukuken muteber olup olmamasına nisbetle akdi, biri
"sahih (mün'akid)" diğeri, "fâsid veya bâtıl
(gayri mün'akid)" olmak üzere iki derecede ele almışlar
ve akdin gayri mün'akid olmasını, akit sistemindeki hukukî
emir ve yasaklara uyulmaksızın yapılması olarak
anlamışlardır. Hanefi doktrin ise, hukukî düzenlemeye
aykırılık şekillerini aynı derecede
tutmamış, bunun yerine aykırılığın
aslı ve fer'i noktalarda olabileceğini ve bu farklı iki
durumun aynı sonuca bağlanmasının doğru
olamayacağını ileri sürmüştür. Çünkü,
uygulanacak müeyyidenin, hukukî düzenlemeye (kanun koyucunun hukuk
anlayışına) aykırılığın
derecesiyle mütenasip olması gerekir. Buna göre, akit sistemine
yalnızca fer'i noktalardan aykırı olan, fakat esaslı
noktalarda, sisteme uygun olup rükun ve şartlarını
bulunduran akdin butlan ve sıhhat arasında bir mertebede yer
alması gerekir. Çağdaş İslâm hukukçularından
Mustafa Ahmed ez-Zerkâ, Hanefilerin fesad teorisini "faydalı
bir durak" olarak tavsif etmektedir.
Müctehid imamların, fesad mertebesi konusundaki
ihtilafları, temelde, Kanun koyucunun -akitler gibi- itibarı
varlığı bulunan tasarruflar hakkındaki
yasağının (nehy) ne ifade ettiği (muktezası)
konusundaki ihtilaflarına dayanır. Diğer bir ifadeyle
ihtilaf, kanun koyucunun yasağının yorumlanmasındaki
görüş ayrılığından kaynaklanın
Bazı ekoller, özellikle Hanbeli ekolü, nehyin yönelik olduğu
noktalar arasında hiçbir ayırım yapmaksızın,
nehyin muktezasının butlan olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Çünkü, bunlara göre yasak, yasaklanan işin
meşruluğuna mutlak olarak aykırıdır. Bu
noktadan hareketle, bu görüş sahipleri, "Faiz yiyenler,
şeytan çarpmış kişiler gibi kalkarlar. Bunun
sebebi, onların; "alım-satım da faiz gibidir"
demeleridir. Halbuki Allah, alım-satımı helâl faizi de
haram kılmıştır..." (el-Bakara, 2/275)
ayetinden sonraki "Ey iman edenler, Allah'tan korkun, eğer mümin
iseniz, artık faizi bırakın " (el-Bakara, 2/278)
ayetinde geçen yasaklama sebebiyle, faizli akitlerin batıl
olduğuna hüküm vermişlerdir. Aynı şekilde, yine
hadisteki yasak yüzünden, yasak bir şarta mukterin olan akdin bâtıl
olduğuna hükmetmişlerdir (Bazı durumlarda, akdi
değil de öne sürülen şartı batıl
saymışlardır).
Hanefi ekolünde ise, bir işin yasaklanmış
olmasının, o işin aslının meşru
olmadığına delalet etmeyeceği, aksine, yasağa
rağmen işin aslının (öz) meşru
kalabileceği kabul edilmiştir.
Sebeplerinin değişmesine göre, hukukî yasaklamanın
sonuçlarına gelince:
Kanun koyucunun yasağı, genel olarak şu
şekillerde karşımıza çıkar:
a) Yasağın, yasaklanan şeyin (Menhiyyun anh), bizzat
(liaynihi) mi, yoksa dolaylı olarak (liğayrihi) mi, çirkin
(kabıh) gösteren karineler olmaksızın varid olması:
Bu şekildeki yasak, ilgili olduğu konuya
bağımlı olarak iki çeşide ayrılır:
Birinci çeşit yasak, zina, katı, şarap içme vb. gibi
maddî (hissî) fiiller hakkındaki yasak, ikinci çeşit yasak
ise, oruç, namaz, alım-satım ve kiralama gibi şer'î
tasarruflar hakkındaki yasaktır. Maddi fiiller,
yapılması ve gerçekleşmesi hukuk sistemine
bağlı olmayan, yani bir hukuk sistemi olmaksızın da
bihnen ve vukua gelen işler olarak tarif edilir. Şer'i
tasarruflar ise, meydana gelmesi ve bir hukukî değere sahip olarak
yapılması, ancak hukuk sistemi dairesinde olabilen
işlemlerdir. Meselâ; oruç ve namazın, bir ibadet ve Allah'a
yakınlaşma vesilesi olması ancak, İslâm hukuk
sistemi (şer') ile olmaktadır. Aynı şekilde
alım-satımın bir takım özel şartlarla mülkiyeti
nakleden bir akit oluşu, yine hukuk sistemi sayesinde
anlaşılabilmektedir .
Hissi fiil. ser-i tasarruf ayrımı, bünyesinde bir zorlama
taşıyorsa da, özellikle Hanefi ekolündeki fesad-butlan
teorisinde önemli bir yer tutar. Usulcüler, hissi filler hakkındaki
yasağın, -eğer bu yasağın, lâzım veya hâricî
bir vasıf yüzünden olduğuna delil yoksa yasaklanan
şeyin özü itibariyle çirkinliğine ve fesadına delalet
edeceğinde hem fikirdirler. Meselâ zina, hissi fiillerdendir,
dolayısıyla zinanın yasaklanmış olması
onun özü itibariyle çirkin olduğunu gösterir. Usulcüler arasındaki
görüş ayrılığı daha ziyade şer'î
tasarruflar hakkında, mutlak olarak yani, öze mi yoksa bir vasıfa
mı yönelik olduğuna dair bir karine olmaksızın,
varid olan yasak hususundadır. Diğer bir ifadeyle ihtilaf,
hakkında bu türlü bir yasak varid olan şer'î tasarrufun
hükmünün ne olacağı konusundadır. Bu konudaki görüşler
kısaca şöyledir:
1) Şer'i tasarrufların mutlak olarak yasaklanması, bu
tasarrufların butlanına delalet eder ve yasaklanan şeyin
çirkinliği sabit olur. Bu tasarruf artık aslı itibariyle
meşru olarak kalmaya devam edemez. Şâfiî usulcülerin çoğu
bu görüştedir.
2) Böyle bir yasak tasarrufun butlanına delalet etmez.
Hanefiler ile bazı Şafiî usulcüler bu görüştedir.
3) Bu nehiy, ibadetlerde fesada delalet eder fakat muamelatta fesada
delalet etmez. Şevkanı, bu görüşü Ebu'l-Huseyn Basrı,
Gazzalî ve Razi'ye nisbet eder.
b) Yasağın, yasaklanan şeyin bizzat kendisine veya bir
parçasına (cüz'üne) yönelik olması: Meselâ; taş
atmanın alım-satım sayıldığı
(bey'u'l-hasât) sırf şeklî akdin yasaklanmasında yasak
bizzat bu fiile yöneliktir (Müslim, Buyû, 1513; Şevkânî,
Neylu'l-Evtâr, V, 147-148). Diğer taraftan, erkek hayvanın
sulbündeki veya dişi hayvanın karnındakinin
satılmasına (mezamin ve melakih) yasaklanmasında ise,
yasak akdin bir rüknü ve bir parçası olan "mebı"e
yöneliktir.
Çoğunluk usulcülere göre bu şekildeki nehiy, butlan
muradifi olan fesad'ı gerektirir.
c) Yasağın, yasaklanan şeyin aslına (özüne) değil
de, ayrılmaz bir vasfına yönelik olması: Meselâ, faizin
yasaklanması böyledir. Çünkü, yasak, fazlalık
sebebiyledir; bu fazlalık ise ne satım akdinin kendisi, ne de
onun bir cüz'üdür. Aksine, akdin ayrılmaz (lazım) bir
vasfıdır. Akdin muktezasına aykırı bir
şartı ihtiva eden satım akdinin, bayram günü oruç
tutmanın yasaklanması bu kabıldendir. Çoğunluk
usulcülere göre bu yasaklama, bir şeyin bizzat (özü itibarıyla)
yasaklanmasından farksızdır. Yani, fesadı gerektirir
ve yasaklanan şey, matlub olan hiç bir sonucu meydana getiremez.
Hanefilere göre ise, bu nehiy, sadece vasfın fesadını
gerektirir ve işin aslı meşru olarak kalır. Hatta,
bu vasıf giderilince söz konusu tasarruf meşrulaşır.
Hanefiler bu şekildeki tasarrufu fasid olarak isimlendirir ve ona
bir takım sonuçlar tertip ederler.
d) Yasağın, yasaklanan şeyin haricî ve ayrılabilir
bir vasfına yönelik olması: Gasbedilmiş yerde namaz
kılmanın yasaklanması böyledir. Buradaki yasak, başkasının
mülkünü haksız olarak işgal etme sebebiyledir ki, bu sebep,
namazın ayrılmaz vasfı değildir, yani namaz
başka yerde de kılınabilir. Cuma ezanı okunurken
alış-veriş yapmanın yasaklanması da böyledir.
Yani yasak, alış-verişin özüne değil, onun
dışında başka bir hususa yöneliktir ki, bu husus;
alış veriş yaparken cuma namazının kaçırılmasıdır.
Cumhur usulcülere göre, bu tür yasaklama, yasaklanan şeyin
butlanını da fesadını da gerektirmez. Bu yasaklamaya
rağmen, iş meşru olarak kalmaya devam eder ve amaçlanan
sonuçlarını meydana getirir. Ne var ki fâili günah kazanmış
olur.
Kanun koyucunun bâtıl olduğunu belirtmeksizin bir
tasarrufu yasaklaması durumunda, nehyin sonucu, nehyin sebebine göre
başka bir ifadeyle hukuk düzenine aykırılık çeşidine
göre değişiklik gösterir. Şöyle ki;
1) Kanun koyucu, bir fiili bazan, özü (asıl) itibarıyla
meşru olmadığı için yasaklar. Çünkü bu fiil
özü itibariyle çirkindir. Meselâ, zinadan neseb ve mehir sabit
olmaz, mûrisini öldüren (kâtil) öldürdüğü kişiye vâris
olamaz, yine gasbeden gasbettiği şeye mâlik olamaz. Bu tür
şeylerin yasaklanması literatürde "hissî (maddî)
fillerin yasaklanması" olarak ifade edilir. Melâkih (erkek
hayvanın sulbünde bulunan) ve mezâmınin (dişi
hayvanın karnında bulunan) satılması hakkında sünnette
varid olan yasak da bu kabıldendir. Ser', bunları akde uygun
"konu" saymamıştır. Aynı şekilde, mülâmese
ve münabeze'nin yasaklanması da böyledir. Çünkü, bu tür alım-satım,
sahih rızaya delalet etmemektedir. Görüldüğü gibi, bu
akitler, kurucu unsurlarından birini kaybetmişlerdir. Bu
sebeple "bâtıl"dırlar.
2) Kanun koyucu, bazan, aslı meşru olan bir işi
yasaklar ve bu yasak Kanun koyucunun, yasaklanan işte çirkin
gördüğü ve işi kendisinden arındırmak
istediği bir vasfa yönelir. Şöyle ki, aslın meşru
olduğu açık olduğuna göre, sadece vasıf,
yasağın hedefi olarak kalmaktadır. Faizli işlemin
yasaklanması gibi. Böyle bir işlem ya satım ve ödünç
akdidir ve her ikisi de asıl itibarıyla meşrudur. Fakat
bu akitlerde, kanun koyucunun çirkin gördüğü bir vasıf
vardır ki, o vasıf akdin,
"karşılıksız bir fazlalığa"
şamil olmasıdır. Satım ve kira akdinde bazı
özel şartların öne sürülmeşinin yasaklanması da
böyledir. Her iki akit de asıl itibarıyla meşrudur fakat
bu akitlerde öne sürülen vasıf mesabesinde olan şart
gayrı meşrudur.
Yasaklanan akit eğer bu türden ise yani aslen meşru ise,
yasak, Hanefilere göre, bu akdin bâtıl olması sonucunu
doğurmaz. Aksine bu akit fasid olarak (yani, fer'i yönlerinde, onu
iptal edilebilir hale getiren bir kusurla kusurlu olarak) in'ikad etmiş
sayılır. Eğer bu fasid akdin iptaline bir engel çıkarsa
(mesela fasid akit sonucunda kabzedilen şey meşru başka
bir akitle elden çıkarılmışsa veya onda geri iade
edilmesine imkân vermeyecek birtakım değişiklikler
husule gelmişse), bu takdirde fasid akdin hükmü sabit olur ve artık
feshedilemez. İşte özellikle Hanefi fakihlerin fasid akdi
tarif ederken "fasid akit, aslı itibarıyla meşru,
vasfı itibarıyla gayrı meşru akittir" sözlerinin
anlamı budur. Bilindiği gibi batıl akit, hem aslı
hem de vasfı itibarıyla meşru değildir ve ona sahih
akdin sonuçlarından hiçbirisi terettüp etmez.
3) Bazan da kanun koyucu, aslen ve vasfen meşru olan bir
işi yasaklar ve bu yasağın illeti, tamamen haricî bir
durum olur. Mesela; cuma ezanı vaktinde yapılan
alım-satım hakkındaki yasak böyledir. Bu tür yasaklar,
butlan veya fesadı gerektirmez. Çünkü, alım-satım,
medenî bir akit olması bakımından temel (tabii)
unsurlarını ve kuruluş şartlarını
tamamlamıştır. Yasak ise, haricî bir sebep
yüzündendir. Bu haricî sebep de; akit yapmak uğruna, vacib olan
ibadeti yerine getirememe ihtimalidir. Böyle yasağın
muktezası ise yalnızca "dinî bakımdan
haramlık"'tır. Nitekim bir kişinin, yine
alım-satım yüzünden başka bir namazı kaçırması
durumunda da aynı dini haramlık söz konusudur. Namazın
kaçırılması "din bakımından
(diyaneten)" haramdır. Ancak, bu haramlık, bu esnada
yapılan akdin sıhhatine etki etmez. Aynı şekilde,
başkasının dünür olduğu kıza, -henüz düşünme
safhasında iken- talip olmanın, bitmemiş
pazarlığa yeni bir teklifle girmenin yasaklanması da bu
kabıldendir. Bu ve benzeri yasaklama şekilleri bu şekilde
alım-satım ve nikâhta "kazâı-medenî" yönden
butlan ve fesad gerektirmez, ancak akdin kuruluş unsurları
haricinde ahlâkı bir mana sebebiyle sadece "dinî bir
kerahet" gerektirir. Eğer, nehyin illetine veya mahiyetine
bakılmaksızın, her durumdaki neh'yin sonuçları
eşitlenecek olursa, "eksik akdî mahiyet" ile "tam
ve sağlam akdî mahiyet" de eşit tutulmuş olur ki
bu, hukuk mantığı bakımından tutarlı bir
yol değildir.
Butlân-fesad ayırımı bütün tasarruf çeşitlerine
şâmil değildir. Mesela, namaz, oruç, hac vb. ibadetlerde batıl
ile fasid arasında fark yoktur. İbadetler, ya sahihtir (ve mükellefin
zimmetini borçtan kurtarmıştır) ya da sahih
değildir ve borç düşmemiştir. İşte bu durumda
bu ibadete fâsid ya da batıl denir ki her ikisi aynı
anlamdadır. Bu konuda İslâm hukukçuları görüş
birliği etmişlerdir.
Medenî hukuk alanında ise, fesad-butlan ayırımı,
sadece karşılıklı borçlar doğuran ya da mülkiyeti
nakleden "mâlı akitler"de câridir. Bu kural (söz) alım-satım,
kira, rehin, havale, kısmet, şirket, büzaraa ve benzeri
akitleri içine alır. Çünkü bu akitler karşılıklı
borç doğururlar. Aynı şekil de karz ve hibe akdi de bu
çerçevededir. Çünkü, bu ikisi mülkiyeti nakleder. Bu akitlerin
hepsinde fesad, butlandan ayrılır ve bu akitler fesada
rağmen hukukî varlık kazanmış (mün'akid) sayılır.
Aynı şekilde, butlan-fesad ayırımı şu
tasarruflarda da cârı değildir: a) Mutlak fiilî tasarruflar
b) Akit kabılinden olmayıp, talak, vakıf, ibra, kefalet,
ikrar gibi tek taraflı irade kabılinden olan tasarruflar,
(dava bundan istisna edilmiş ve onda bu ayırımın
cari olacağı öne sürülmüştür). c) Evlenme, vekalet,
vesayet, tahkim gibi mâlı olmayan akitler, (Vekalet, vesayet ve
tahkim "tevfiz akitleri"dir. Bu yüzden bunlarda butlan-fesad
ayırımı cân değildir. Ancak, nikâh akdinde bu ayırım
doktrinde tartışmalıdır. Bk. Fasid nikâh). d) Vedia
ve iâre gibi karşılıklı borç yükleyen fakat
mülkiyeti nakletmeyen mali akitler.
Bu tasarruflarda, iki mertebe söz konusudur; sıhhat ve butlan.
Bu ikisi arasında üçüncü bir mertebe yani fesad mertebesi
yoktur. Aksine bunların butlan ve fesadı, hukuk düzeni tarafından
muteber olmadığını göstermesi bakımından
aynı anlamdadır.
Fesad sebebleri
Fesad sebebleri, genel fesad sebebleri ve özel fesad sebebleri
olarak ikiye ayrılır. Özel fesad sebeblerini bilmek için,
her akdin özel sıhhat şartlarını bilmek gerekir.
Her akdin özel sıhhat şartları farklı olduğu için,
bir akit için fesad sebebi olan bir sebep, başka bir akdi fasid
kılmayabilir. Mesela "şüyû" satım akdini
fasid kılmaz ama, rehn akdini fasid kılar. Aynı
şekilde müfsid şart, muavazalı akitleri fasid kılar
fakat hibeyi fasid kılmaz.
Genel fesad sebebleri
1) Cehalet: Hanefi doktrininde akdi fasid kılan cehaletle
kasdedilen "fahiş cehalet"tir. Fahiş cehalet de,
"çözümü güç anlaşmazlık (müşkil nizâ)"a
yol açan cehalet anlamındadır. Mesela, bir kimse, tayin
edilmeksizin sürü içerisinden bir koyun satsa, satıcı,
tayin edilmemiş olma gerekçesiyle, kötü bir koyunu vermek
isteyebileceği gibi, aynı gerekçeden hareketle müşteri
iyi bir koyun isteyebilir. Her iki tarafın tutunduğu gerekçe
birbirine eşit olduğu için bu türden anlaşmazlığın
çözüme kavuşturulması güçtür. Bu türden çözümü
güç anlaşmazlığa yol açmayan cehalet ise akde zarar
vermez.
Akdi fasid kılan cehâlet genelde şu dört hususta olur;
"akit konusu olan şeydeki (ma'kudun aleyh) cehâlet",
"mali muavazalı akitlerde ıvazın, mesela, satım
akdinde semen'in mechul olması", "surenin
bağlayıcı önemi bulunan kira vb. akitlerde surenin
meçhul olması" ve "akitte şart koşulan
vesikalandırma yollarının meçhul olması mesela,
satıcı müşteriden müeccel semen için bir kefil istese,
bu kefilin belirlenmesi gerekir aksi takdirde akit fasid olur."
2) Ğarar (aldatma, kandırma): Ğararla kastedilen,
akdin mevhum ve güvenilmeyen bir duruma dayanması durumudur.
Hanefi doktrini, makudun aleyh'in aslında olan ğarar ile evsâf
ve meKadir'deki ğararı birbirinden
ayırmıştır. Makudun aleyhin aslında (özünde)
olan ğarar akdin butlanını gerektirir. Meselâ, anasının
karnındaki yavru hayvanı satmak böyledir.
Vasıf ve miktarlardaki ğarar ise akdin butlanının
değil, fesadını gerektirir. Ğarar ile kasdedilen de
daha ziyade bu ğarardır. Mesela, bir kimse, şu kadar
litre süt veriyor olması şartıyla bir inek satarsa, bu
satım fâsiddir. Çünkü, ineğin o kadar süt vermemesi
mümkündür. Ancak, ineği, "bol sütlü" diyerek
satarsa, bu bir vasıftır ve bunda ğarar yoktur. Eğer
örfe göre, inek, sütlü denecek kadar süt vermiyorsa, müşteri,
"şart koşulan vasfın olmaması"
muhayyerliği ile ak di feshetme hakkına sahiptir.
3) İkrah: İkrahın, akdi fâsid mi yoksa mevkuf mu kıldığı
hususu Hanefi doktrininde tartışmalıdır. Ebu Hanife,
ikrahın akdi fasid kılacağını ve bu akde,
diğer fâsid akitlere terettüp eden hükümlerin terettüp edeceği
görüşündedir. Ebu Hanife'nin öğrencilerinden Züfer ise,
ikrah bulunan akdin fâsid değil, "sahih mevkuf"
olduğunu ileri sürmüştür.
Fesad sebebleri arasında bunlar dışında, bir de
"müfsid şart" vardır.
Bunlar dışındaki fesad sebebleri özeldir ve etkisi
bazı akitlere münhasırdır. Mesela, "süre
tayini" satım ak dini, fasid kılar, "sürenin tayin
edilmemesi" de kira akdini fasid kılar.
Fesâdın sonucu: Fasid akdin, hanefi doktrinde mün'akid
(hukukî varlık kazanmış) akit olduğunu, fakat
bununla birlikte feshedilmesi gerekli olduğunu belirtmiştik.
İşte, fesadın sonucu, taraflardan her birinin, tek
taraflı iradesiyle akdi feshedebilmeleridir. Bazı durumlarda,
fâsid akdi hakim de feshedebilir.
Fasid akde terettüp eden hüküm, sırf in'ikad etmesiyle
değil, ancak teslim anındadır. Teslim tamamlanıp,
mebiin mülkiyeti müşteriye geçince, müşteri,
konuştukları semeni değil, mebiin kabz günündeki kıymetini
ödemek durumundadır (mecelle md. 371).
Fasid akdin feshedilebilmesi için de iki şart vardır.
a) Makudun aleyh'in, akdin tarafları dışındaki
kişilerin makûdun aleyhte kazandıkları hakları
iptal etmemesi. Mesela, fâsid bir alım-satım akdiyle
satın aldığı malı, başka birine sahih bir
akitle satarsa, artık fasid akdin feshi mümkün olmaz. Bu iki
durumda fâsid akdin feshedilemez oluşu, her halde, "teamülün
istikrarı" ve "kazanılmış
haklarının korunması" fikrinden kaynaklanır.
Tarafların fesada razı olduklarını söylemeleri
(icâzet) sonucu değiştirmez, akit fasid olarak kalmaya devam
eder ve yine feshedilmesi gerekir. Çünkü, fesad, akit sistemine aykırılıktan
kaynaklanmıştır.
İslâm hukukunda özellikle Hanefi hukukçuların ortaya
atıp geliştirdikleri "fesad teorisi" gerçekten çok
ileri bir hukuk mantığının ve hukuk tekniğinin
bir ürünüdür. Fesad teorisi, çok ağır boyutta olmayan
kusur ve aykırılıkları içeren akdin bir anda
hukukî hayattan kaldırılmasını engelleyen ve o akde
belli oranda ve belli şartlar dahilinde sonuç doğurabilme ve
telafi edilebilme imkânı veren orijinal bir "medenî
müeyyide"dir. Hükümsüzlük sisteminde sıhhat ile butlan
arasındaki bu "ara müeyyide", sosyal şart ve ihtiyaçlara
daha kolay uyum sağlama ve hukukî münasebetlerin devamlılık
ve istikrarını sağlama açısından önemlidir.