Allah'ın emirlerine aykırı davranan, günahkâr,
kötü huylu, kötülük yapmayı alışkanlık hâline
getiren kimse.
Arapça "Fe-Se-Ka" kökünden gelmekte olup ism-i fâil kalıbındandır.
Lügatta, çıkmak manasına gelir. Daha özel bir anlam ile
"olgun hurmanın kabuğundan dışarı çıkmasına"
denir. Istılahta ise, Allâh'a itâati terkedip O'na isyâna
dalmaktır. Yani kısaca ilâhı emirlerin
dışına çıkmaktır.
Biraz daha geniş anlamıyla büyük günâh işleyerek
veya küçük günâhta ısrar ederek hak yoldan çıkan, dinin
hükümlerine bağlanıp onları kabul ettikten sonra o hükümlerin
tamamını ya da bir kısmını ihlâl eden anlamına
gelmektedir (Fahrüddin er-Râzî, Tefsîru'l-Kebîr, II, 91; Râgıb
el-İsfahânı, el-Müfredât, 572; Elmalılı Hamid
Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 282). Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de
Kehf Sûresinin 50. âyetinde Allah'ın emrinden çıkarak O'na
secde etmeyen şeytan için "Feseka an emri Rabbih: Şeytan
Rabbinin emrinden çıktı" buyrulmaktadır. Genel
olarak fıskı üç grupta toplamak mümkündür:
a. Günâhı çirkin olarak kabul etmekle beraber bazan günâh işlemek.
b. Yapılan bir günâhı ısrarla yapmak.
c. Günâhın çirkin olduğunu inkâr ederek bu günâhı
işlemek; bu küfrü gerektiren bir durumdur; bu noktada kişinin
iman ile, din ile ilişkisi kesilmiş olur (Elmalılı,
a.g.e., I, 282).
Kur'an'da fısk genellikle küfür ile eşanlamda
kullanılmıştır. Ancak bazı ayetlerde fısk
mutlak anlamıyla zikredilmektedir. Meselâ hacc'da yapılan
fısk (el-Bakara. 2/197) veya Allah'ın adı
anılmaksızın boğazlanan hayvanları yemek (el-En
'âm, 6/12 1), yahut müslümanlara iftirâ edenlerin içine düştükleri
fısk (en-Nûr, 24/4) gibi hususlar helâl görülmediği müddetçe
sadece günâh işlenmiş kabul edilir. Ama bu durumlarda
işlenen fısk ve yapılan iş helâl kabul edilirse
küfrü gerektirir.
Bunların dışında genellikle Kur'an-ı Kerîm'de
geçen fısk ve fâsıklar tâbiri küfür ile eşanlamlı
olarak kullanılmıştır:
"Andolsun ki biz sana apaçık ayetler indirdik.
Bunları fâsıklardan başkası inkâr etmez"
(el-Bakara, 2/99); "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler
fâsıkların tâ kendileridirler" (el-Mâide, 5/47);
"İşte Rab olmaya en lâyık olan Rabbinin şu sözü
(azâbı) küfür ve inat içinde olan o fâsıklar için öyle
sâbit olmuştur. Gerçekten onlar iman etmezler" (Yûnus,
10/33);
"Eğer Allah'a, Peygamberine ve ona indirilene iman ediyor
olsalardı, onları (kâfir ve müşrikleri) veli
edinmezlerdi. Fakat onlardan birçoğu fâsık (Allah'ın
emrinden ve imandan çıkmış) kimselerdir'' (el-Mâide,
5/81).
Mu'tezile'ye göre fâsık, ne mümin ne de kâfirdir, ikisi arası
bir durumdadır. Onların bu anlayışı aynı
zamanda beş prensiplerinden birisini teşkil eder ve bu prensip
"el-Menzile Beyne'l-Menzileteyn" olarak bilinir. Bunlara göre
fâsık eğer tövbe ederse imana döner, yok eğer tövbe
etmeden ölürse ebedî olarak cehennemde kalır. Burada şu
hususa dikkat çekmek gerekir: Mu'tezilece ifade edilen bu
"el-Menzile Beyne'l-Menzileteyn" anlayışı bu dünya
içindir, yani o kişinin iman açısından bu dünyadaki
durumunu ifade eder, yoksa bu anlayış ahirete atfedilerek o
kişilerin cennet ile cehennem arasında bir yerde
kalacakları anlamında değildir. Hâriciler ve ameli imanın
esasından bir şart olarak görenlere göre ise, fâsıkın
yukarıda sayılan her üç derecesi de küfür noktasındadır
ve ebedî cehennemde kalacaklardır. Fısk ve fâsıklık
bu derece kötü ve tehlikeli bir durum olunca insanlara düşen bu
durumdan mümkün olduğu ölçüde kaçınmak, gerek diliyle ve
gerekse fiiliyle mümkün olduğu ölçüde fıskdan uzak
durmaktır. Günâhın büyüğünden olduğu gibi küçüğünden
de kaçınmalı, bu küçüktür zarar vermez diyerek onun işlenmesinde
ısrar edilmemelidir. Zira sözü geçtiği üzere küçük
günâhta ısrar etmek de fıskın derecelerinden birisidir.
Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da, hiçbir kimseye fısk
isnadıyla bir söz söylememek gerekir. Bu hususta Hz. Peygamber
(s.a.s.)'in, "Hiçbir kişi başka bir kimseye fısk
(sapıklık) isnadıyla 'ya fâsık ' diye söz atamaz,
atmaya hakkı yoktur. Yine böyle küfür de isnad edemez.
Şayet atar da attığı kimse atılan
fıskın veya küfrün sahibi değilse bu sıfatlar
muhakkak atan kimseye döner, fâsık veya kâfir olur'' (Sahîh-i
Buhâri Muhtasar Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, XII, 137). Bu
hadis-i şerif aynı zamanda bir ahlâkı prensibi ortaya
koymaktadır. Zira kişiyi ayıplamak, onun
ayıbını teşhir etmek, hele hele böyle güzel
olmayan bir şeyle ayıplamak ahlâki bir tavır
olmadığı gibi isnad ettiği şey, o kişide
mevcut değilse zikredilen lâfız gereğince kendisini de
tehlikeye düşüren bir durumdur.