EDİLLE-İ
ŞER'İYYE (ŞER'İ DELİLLER)
Kitap Kitap, İslâm hukuk literatüründe "Kur'an" yerine kullanılan bir terimdir. Kur'ân ise, lügatte, okumak anlamında olup, ıstılahta Hz. peygamber (s.a.s.)'e inen, mushaflarda yazılı olan ve en ufak bir şüphe olmaksızın mütevâtir olarak nakledilen, Cenâb-ı Allah'ın sözü (kelâmullah) anlamında kullanılır (Molla Hüsrev, Mir'at, 16-17). Kur'ân Allah'ın kitabı ve apaçık vahyidir. Tedricî olarak indirilmiştir. Bir harfini bile inkâr küfürdür. Kur'ân'ı en iyi bilen Rasûlullah; sonra ashâbıdır. Kur'an, İslâm teşrîinin (yaşama) temelini teşkil eder. Kur'ân'da dinî hukuk sisteminin (şerîat) esasları açıklanmış; inanç, ibadet ve hukuk konuları genel hatları itibariyle belirtilmiştir (Şâtibî, el-Muvâfakat, IV, 92). Bu itibarla, Kur'an, İslâm teşrîinin "aslı kaynağı", diğer bir deyişle yegâne değişmez kaynağı olarak kabul edilir. Rasûlullah Vedâ Haccında şöyle buyurmuştur: "Sizlere iki şey bırakıyorum: Allah'ın kitabı ve Rasûlünün sünneti. Bunlara sarıldığınız müddetçe dalâlete düşmezsiniz." Kur'ân, hükümleri genel çizgileriyle belirtir; pek az konu dışında bunların detayına inmez. Nitekim, Kur'ân'da, keyfiyet ve detayı belirtilmeksizin namaz kılmak ve oruç tutmak emredilmiş; bunların nasıl yapılacağım ise, Hz. Peygamber, sözlü ve fiilî olarak açıklamıştır. Aynı şekilde, Kur'ân akitlerin yerine getirilmesini emretmiş, alım-satımın helâl, ribânın haram olduğunu belirtmiş, fakat hangi akitlerin sahih, hangilerinin bâtıl ya da fâsit olduğunu açıklamamıştır. Bu ayırımın temel ölçülerinin belirlenmesini de ilk planda sünnet yüklenmiştir .
Sünnet Sünnet, Arap dilinde iyi olsun kötü olsun gidilen veya benimsenen yol anlamına gelir. Istılahta ise, Hz. Peygamber'in Kur'ân dışındaki söz, fiil ve takriri anlamında kullanılır. Hz. Peygamber mü'minler için her alanda bağlayıcıdır: ''Peygambere itâat eden, Allah'a itâat etmiş olur" (en-Nisâ, 4/80). Hz. Peygamber mü'minler için ahlâken veya hukuken en güzel ve vazgeçilmez tek örnektir. Hadis olarak da adlandırılan sünnet, Hz. Peygamber'in çeşitli vesilelerle söylediği sözlerdir. Meselâ: "Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur " (İbn Mâce, Ahkâm, 13) ve "Ameller niyetlere göredir" (Buhâri, Bedu'l- Vahy, I) hadisleri böyledir. Fiilî sünnet ise, Hz. Peygamber'in şekil ve şartlar ile namaz ve hacc ibadetlerinin yerine getirilmesi, muhâkeme usûlü alanında bir ahit ve yemin ile hüküm vermesi gibi işlerdir. Hz. Peygamber, "Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın'' buyurarak (Buhâri, Ezan 18, Edeb, 27) yol göstermiştir. Takriri sünnet, Hz. Peygamber'in sahâbenin yaptığı bazı işlere olumlu ya da olumsuz bir müdahalede bulunmaması veya o işi tasvip ettiğini belirtmesidir (Abdulvahhab Hallaf, İslâm Hukuk Felsefesi, Çev: Hüseyin Atay, 181-182). Su bulamadığından teyemmümle namaz kılan bir sahâbînin namazdan sonra su bulduğu halde namazı iâde etmemesin Rasûlullah'ın tasvibi gibi. Sünnet, Kur'ân'ın mücmelini beyân etmesi, müşkilini açıklaması, mutlakını kayıtlaması ve onda olmayan bazı hükümleri belirtmesi açısından Kur'ân'dan sonra ikinci teşrî' kaynağı olarak yer alır. Sünnet, Kur'ân'da olmayan bazı hükümleri getirmesiyle de, bir yönden müstakil bir teşrî' kaynağıdır. Kur'ân'ın çizdiği genel çerçeve ve ilkelerin dışına çıkmadan onun açıklayıcısı olması bakımından da Kur'ân'a tâbi sayılır. Her iki yönüyle de sünnetin hüccet olması, bazı âlimler tarafından dinî bir zaruret olarak ifade edilmiştir. Ancak hemen belirtelim ki, yaşamaya kaynak teşkil edebilecek sünnet, belirli şartları taşıyan sahih sünnettir. Sünnet Kur'ân'a nisbetle ikinci derecede bir teşrî' kaynağı olmakla beraber, sünnete başvurmadan Kur'ân'ı anlamak pek mümkün gözükmemektedir. İmam Şâfii sünneti üç grupta ele alır. Birincisi, Allah'ın Kur'ân'da zikrettiği bir hususu benzer bir ifadeyle Hz. Peygamber'in de belirtmesi; ikincisi, Allah'ın çok kısa ve özlü bir şekilde bildirdiği bir âyetle neyin kastedildiğini Hz. Peygamber'in açıklamasıdır. Bu iki çeşit sünnet hakkında İslâm hukukçuları arasında ihtilâf yoktur. Üçüncüsü ise, hakkında Kur'ân'da hiçbir hüküm bulunmayan bir konuyu Hz. Peygamber'in uygulamaya koymasıdır. Bu sünnet çeşidi hakkında genelde iki görüş mevcuttur. Bir kısım müctehid Hz. Peygamber'in bağımsız bir yaşama yetkisine sahip olduğunu, dolayısıyla Kur'ân'da sözkonusu edilmeyen konularda hüküm koyabileceğini ileri sürmüşler; bir kısmı da Hz. Peygamber'e böyle bir yetki vermeyip onun tatbiki olan herşeyin Kur'ân'da bir aslı bulunduğunu ileri sürmüşlerdir (Şafii, Risale, s.91-92). Sünnet, Kur'ân'ın tefsiridir. "Namazı kılın" buyruğunu sünnet olmadan anlamak ve tatbik etmek mümkün değildir. Rasûlullah namazı nasıl kılmışsa, müslümanlar da ona uyarak kılmışlardır (Ahmed b. Hanbel, V, 53). Sünnetin hadisle aynı manada kullanılabilir. Hadisler, birtakım kısımlara ayrılır (Bk. Hadis). Sahih hadisler, bütün ümmet için bağlayıcıdır, hüküm kaynağıdır. Bunlar reddedilemezler. Nur Sûresinin altmışüçüncü âyeti bunu bize bildirmektedir: "Öyle değil. Rabbine andolsun ki, onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çekiştirip durdukları şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiç sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar" (en-Nur, 24/63). Kur'ân'ın bütün delilleri, Rasûlullah'ın bütün hükümleri, emir ve nehiyleri eştir (Şâtibî, el-Muvâfakat, I, 14). Sünnet kaynak olmasaydı, meselâ "Kur'âniyyun" fırkası gibi sadece Kur'ân kaynak alınsaydı, onların yaptığı gibi İsra Sûresinin 78. âyetine istinaden günde iki rekât namaz kılınması gerekecekti. Oysa bu, küfürdür (İbn Hazm, el-İhkâm fi Usûli'l-Ahkâm, II, 80). Zahiri mezhebinin en büyük müctehidi İbn Hazm, sünnet hakkında "O, kendi hevasından söylemez. O, ancak kendisine gönderilen bir vahiydir'' (en-Necm, 53/3, 4) âyetini zikrettikten sonra şöyle der: "Buna göre Allah'ın peygamberine göndermiş olduğu vahyi ikiye ayırabiliriz: Vahy-i Metlüvv (tilâvet edilen vahiy) ki, bu, icazkâr bir üslûba sahip olan kitab (Kur'ân)dır. Vahy-i Mervi (rivâyet olunan vahiy) ki, bu, icazkâr üslûba sahip olmadığı gibi metlüvv de değildir. Menkul olduğu halde kitap halinde rivâyet edilmemiştir. Fakat makru' (okunmuş)dur. Yani bu Peygamber'den vârid olan haber olup Allahu Teâlâ'nın muradını açıklayıcı mâhiyettedir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususta şöyle buyurulmuştur: "... Tâ ki insanlara kendilerine indirileni açıkça anlatasın.'' Buna göre Allahu Teâlâ nasıl vahyin birinci kısmını teşkil eden Kur'ân'a itâât etmemizi emretmişse, vahyin bu ikinci kısmına da itâat etmemizi emretmiştir. Bunlar arasında hiçbir fark yoktur" (Muhammed Ebû Zehra, İslâm 'da Fıkhı Mezhepler Tarihi, Çev: AbdulKadir Şener, Ankara 1969, s.83). Cumhur ulemâ sika râvinin rivâyet ettiği ahad haberin hüccet olduğunu ve onunla amel etmek gerektiğini söylemiştir. Hadislerin çoğu hasen lizâtihidir ve onu kabul etmek kaçınılmazdır. Zayıf hadis ise kesinlikle kaynak olamamaktadır. Sünnet derken, bunun, fıkıhta hadislerin kısımlara ayrılarak hükümlerin çıkarıldığı bir kaynak olması anlaşılır. Yani râvîlere göre mütevâtir, meşhur, ahad diye ayrılan ve ahad hadislerin de sahih, hasen, zayıf diye kısımlara ayrılması hâdisesinde de ihtilâf olup, bu konu mezheplerin ayrılmasında bir başka ihtilâf noktasıdır. Mütevâtir sünnetler, "Bana yalan yere bir şeyi isnad eden ateşte oturacağı yere hazırlansın'' hadisi gibi, büyük bir cemaatçe işitilen ve her asırda binlerce zevât tarafından rivâyet edilegelen yalan üzerine ittifak mümkün olmayan rivâyetlerdir. Namaz rek'atlarına dâir haberler bu nevidendir. Bunlar asl'dır. Meşhur sünnetler, Rasûlullah'tan birkaç zatın rivâyet ettiği, ikinci ve üçüncü hicrî asırlardan beri tevâtüren nakledilen haberlerdir. "Ameller niyetlere göredir" gibi. Bunları reddetmek fâsıklıktır. Haber-i ahad, bir zatın diğerinden veya bir cemaatten, bir cemaatin bir râviden rivâyet ettiği sünnettir. Tevâtür derecesinde olmayan râvilerin, iki üç zatın naklettiği sünnet de böyledir. Bunun inkârı bid'at'tır. Mezheplerin sünnet târifinde farklılıklar vardır: Hanefi mezhebi müctehidlerinden es-Serahsı şöyle der: "Bize göre sünnetten murad hukukî açıdan Hz. Peygamber ve ondan sonra sahâbenin yaptıklarıdır" (Usûlu's-Serahsı, I, 113). İmam Şâfii ise, (ö.204/819) sünneti yalnızca Hz. Peygamber'in sünneti olarak alır. Sahâbenin sünneti, Hz. Peygamber'in itikad, ibadet, ahkâm esaslarıyla ilgili olarak Kur'ân dışındaki söz, hareket, davranışları, takrirleri, tasdikleri, örfleri, va'zettiği esaslar, koyduğu ilkelerdir. Sahâbe ve Tâbim, herhangi bir konuda tatbik edecekleri şeyde "Hz. Peygamber nasıl yaptı?" diye sormuşlardır. Sünnet anlayışı, üçüncü halife Hz. Osman zamanında fitnelerin çıkmasıyla değişime uğradı, bid'atler dine karıştı; sünnetten uzaklaşıldı. Tâbimin büyük âlimleri Kur'ân'da geçen (el-Bakara, 2/151, 231; Âlu İmrân, 3/164; en-Nisâ, 4/113; Cumâ, 62/2; Ahzâb, 33/34) 'hikmet' kavramını 'sünnet' şeklinde anlamışlardır. İmam Şâfii de bu görüştedir. Kendisine kitapla birlikte onun bir benzerinin verildiğini söyleyen Hz. Peygamber'in (Müsned, IV, 134) sünneti böylece zikr, hikmet, misl olmaktadır. Rivâyetlere göre Cebrail (a.s.) vahyi getirirken, onun açıklamasını (sünneti) de getirdi (Câmiu'l-Beyâni'l-İlim, II, 34). Hem Kur'an'ı hem de sünneti indiriyor, Hz. Peygamber'e öğretiyordu. Sünnet, İslâm toplumunun ve islâm devletinin oluşmasında âmil olan en mühim faktördü. Sahâbe, bu sünneti, gelecek nesillere kalması için aktardı ve "hadis" bir bakıma böyle doğdu. Ancak ashâb hadis rivâyetinde çok titiz davranmasına karşılık, tedvin asrında sapık akımlar ve İslâm düşmanlârı hâdis uydurdular. İhtilâflı meselelerde kendi görüşlerini destekler mâhiyette hadis uyduruldu. İbn Haldun, Ebû Hanife'nin sıhhati kesin kabul ettiği hadis sayısının 17 olduğunu yazmıştır. Hadis ehli bu durum karşısında hadis tenkidine yöneldi ve hadis usûlu geliştirildi. Ehli sünnet, Şia'nın Hz. Ali hakkındaki rivâyetlerini cerh edip sahih kabul etmezken Abdullah b. Mes'ud'un rivâyetlerini esas almış, Şia da ehl-i beyt hakkındaki rivâyetlerde taassuba düşmüştür. Cerh ve ta'dil * ilminde bu yüzden fıkıhçılardan ayrı yöntemler meydana gelmiş, hükümlerin fer'î olanlarında bu açığa çıkmıştır. Katâde, İbn İshak'ı överken. Nesaî onun kuvvetli olmadığını; Dârekutnî ise onun sözüyle delil getirilemeyeceğini söyler. İmam Mâlik de aynı şahsın yalancı olduğuna şehâdet eder. Öte yandan ikinci yüzyılda ehli hadis okulu ile ehli rey okulu arasında şiddetli münâkaşalar oldu (Geniş bilgi için bk. Şâtibî, el-Muvafakat; Gazalı, el-Mustasfa; İbn Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkıîn). Ebû Hanife ile İmam Mâlik, kesin bir delile aykırı olmayan haber-i vâhidi delil olarak kullanırken; Şâfii, sıhhat şartlarını taşıyan haber-i vâhidi kabul eder. Hanefilere göre bu haberler şâz'dır, reddedilmesi gerekir. İmam Şâfii, sünnetin ancak sünnetle neshini câiz bulur (er-Risâle, 89). Gazzâlî, Kur'ân ile sünnetin, sünnetle de Kur'ân'ın neshini kabul eder. "Her ikisi de vahiydir, dolayısıyla birbirlerini neshedebilirler" der (el-Mustasfa, Bulak 1 322, 1, s.124). Cumhur ise, Kitab; Kitab'ı ve sünneti; sünnet sünneti ve mütevâtir sünnet kitabı nesheder görüşündedir. Hadisler tâbiîn devrinde toplanmış ve yazılmış, daha sonraları fıkıh kitaplarındaki bölüm adlarına göre tertip ve tasnif edilmiş, İmam Mâlik Muvatta'ını, Ahmed b. Hanbel Müsned'i yazmış, Kütüb-i Sitte* adı verilen hadis mecmuâları ortaya çıkmıştır. İcmâ '
Kıyas Kıyas, lügatte birşeyi ölçmek, takdir etmek, karşılaştırmak ve iki şey arasındaki benzerlikleri tesbit etmek anlamlarında kullanılır. Istılahta ise, her ikisinde de hükme esas teşkil eden illet aynı olduğu için, hakkında nass bulunmayan bir olayın hükmünü, hakkında nass bulunan bir olayın hükmüne eşit kılmaktır. Kur'ân'da, ''Halbuki o haberi Rasûl'e ve kendilerinden olan Ulû'l-Emr'e arzetselerdi, onlardan hüküm çıkarabilenler, işin aslını anlar ve bilirlerdi" (en-Nisâ, 4/83) buyurulur. Şer'î delillerin dördüncüsü sayılan kıyas; kitap, sünnet, ve icmâ' gibi kesin bilgi ifade etmeyip tecviz edici bir mâhiyete sahiptir. Diğer bir ifadeyle kıyas, zan bildirir ve yeni bir hüküm ortaya koymayıp, diğer üç delilden biriyle sâbit olan ve delili gizli bulunan bir hükmü ortaya çıkarır (Abdülkadir Şener, a.g.e., s.67; İ. Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, Hazırlayan: Sabri Hizmetli, s.21). İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, kıyas ile amel etmek aklen ve şer'an câizdir. Meşhur Muaz hadisin'de, Yemen'e vali tâyin edilen Muaz'a ne ile hükmedeceğini soran Peygamber'e Kitap, Sünnet, İctihad ile demesi ve Rasûlullah'ın onu övmesi kıyasa dâir en önemli belgedir (Ebd Dâvûd, Akdiye, 11; Tirmizî, Ahkâm, 3 Hâris b. Amr'dan rivâyet etmişlerdir). Şafii, kıyas ile ictihadı aynı mânâdâ kullanır (Şâfii, Risâle, s.66). Re'y ile kıyası aynı mânâda kullanmaz. Kıyasın, bir delil olmaktan çok, bir metod, diğer bir deyişle, yorum ve uygulama vasıtası olarak değerlendirilmesi mümkün gözükmektedir. Nitekim, bu husus, kıyasın meşru olduğunu göstermek için dayanılan şu aklı gerçekte açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır; Kur'ân ve sünnetin nassları sınırlı ve sonludur. Halbuki, meydana gelen ve gelecek olan olaylar sonsuzdur. Sonlu ile sonsuza cevap vermek mümkün olmadığına göre, yeni çıkan olayların hükmü ancak re'y ile, ictihad yoluyla belirlenebilir ki bunun başında kıyas gelmektedir (İzmirli, a.g.e., s.19). İslâm hukukuna canlılık kazandıran da bir noktada, sâbit ve değişmez kaynaklardaki hükümlerin yorumlama vasıtalarının çokluğu ve çeşitliliği ve bunun yanında, kamu yararının ve beşeri ilişkilerin düzenlemesinde, genel doğrultudan sapmamak kaydıyla "re'y (bağımsız görüş)e" ile hüküm verebilmesidir . Bu deliller dışında geliştirilen ve daha ziyade beşerî ilişkilere akıcılık ve esneklik kazandırmaya yönelik daha birçok delil vardır ki bunların başında "mesâlih-i mürsele" gelir. Kıyas aklı bir kaynaktır. Nassı benzetme yoluyla hüküm çıkarma metodudur. Aslın hükmünü fer'e uygulamaktır. Nass vârid olan ve olmayan iki hükmün benzerliğinde, hükümde de aynı olmasını sağlamaktır. Vahiy asrında (h. 622-632) kıyas, Muâz hadisiyle sâbit olmuş, kıyası Hz. Ömer delillere katmıştır. Kıyası en çok Hanefiler kullanmış, âdeta kıyas onlarla özdeşleşmiştir. Kıyasla varılan hükümler zann-ı gâlib ifade eder. Fıkıhta ana kural, "nass olan yerde içtihadın olmayacağı"dır. Hz. Ali, "Din, kıyasla olsaydı meshin içi dışından daha çok meshedilmeye lâyık olurdu" demiştir. Ebû Hanife, "Kıyas yapsaydım, kadın erkekten zayıf olduğundan mirasta ona iki hisse verirdim" demiştir. Hicrî üçüncü yüzyılın sonlarında son sahâbî olan Ebû't-Tufeyl Amir b. Vâsila el-Leysî el-Kinânı'nin (öl. h. 100) vefâtıyla tâbiin dönemine giren İslâm'ın ikinci asrında, İslâm devletinin sınırları Mısır'dan İran'a, Yemen'den Irak'a yayılmış ve şerîatın tedvini gerekmişti. İlk fıkıh medresesi Medine'deydi. Fıkhı hareket Medine medresesinin meşhur yedi fakihi olan Saîd b. el-Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Kasım b. Muhammed, Ebû Bekir b. Abdurrahman, Harice b. Zeyd, Ubeydullah b. Abdullah, Selman b. Yesâr ile başlamıştır. Etbaut-tâbiîn nesli, ictihad nesli oldu. Mezhebler doğdu, halklar bu mezheblere intisap ederek dini öğrendiler. II. ve III. asırlar en parlak ilim asırları oldu. Kur'ân ve sünnetin tedvini, sahâbe fıkhının tedvini, tefsir ve hadisin tedvini, cedel ve kelâmın çıkışıyla ferdî-Sevrî, Evzaî veya cemaî mezhebler (dört mezhep) doğdu. Mezheblerin şer'i delilleri değerlendirme açıları farklıdır. Şöyle ki: İmam Ebû Hanife (80-150) birçok ahad haberi reddetmiştir. O, ahad haberi bazı şartlarla kabul etmektedir: Nassa aykırı olmaması, Kur'ân'ın zâhir ve umûmuna, meşhur sünnete muhâlif olmaması, sahâbe ve tâbiînin ameline aykırı düşmemesi, râvinin yazısı dışında kaynağının da zikredilmiş olması, râvinin rivâyet ettiği hadise aykırı amel etmemesi... İmam Mâlik (93-179), Medine halkının ameline mütevâtir hadis derecesinde itibar eder. İçtihad ve re'ye mecal göstermeyen sahâbenin sözlerini delil sayar. Sahâbi sözü içtihada müsâitse araştırdığı mesele ile sebep ve illete, ona ortak ve bilinen başka bir mesele arasında benzerlik ilgisini kurarak kıyasa gider. İmam Şâfii (150-204), icmâ'ı Medine ehlinin ameliyle mukayyed saymaz, kıyasla da amel eder. Bu kıyasın Kur'ân ve Sünnet temeline dayanması gerekir. İstihsan ve mesâlih-i mürsele geçerli delil olamaz. Şâfii istihsan yapanın teşri' etmiş olacağını söyleyerek şiddetle karşı çıkar. Ancak o da başka adla istihsanı kullanmıştır. Ahmed b. Hanbel'e (164-241) göre kıyas en zayıf delildir. İmam Câfer es-Sâdık'a (ö.147) göre sünnet, Hz. Ali'nin ve ehl-i beyt'in rivâyetlerini kapsar. Masum imamların söz ve fiillerini de delil alır ve sahâbe sözlerine tercih eder. Kıyası reddeder ve delil saymaz. Rasûlullah, "Ben en güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" buyurdu (İmam Mâlik, Muvatta, 211). Yönetim işinde, ashâbıyla istişâre etti. Vahiy çağında fıkıh kaynakları kitap, sünnet, re'y içtihadı idi. Re'y ile içtihad bazan kamu yararına, bazan kıyasa göre yapıldı. Sahâbe döneminde "icmâ" dördüncü delil oldu (İbn Haldun, Mukaddime, s.375 vd.). Nasslarla çatışmayan örf ve âdet de hukukî teşri'de kullanıldı. II. asır, tâbiîn devridir. Bunlar fıkhın kaynaklarında kitab, sünnet, re'y ile içtihad ve icmâ'ı esas aldılar. Etbau't-tâbiîn ve müçtehid imamlar döneminde (III. ve IV. yüzyılda) fütuhat ve yeni gelişmeler hayatın ve toplumların değişmeleriyle fıkhı doktrinler ortaya çıktı. Çoğu zaman her tâbi kendi üstadının görüşünü delil aldı. Etbau't-tâbiîn ve içtihad çağında fıkıh çok gelişti, genişledi. İstihsan, örf, maslahat v.b. deliller çıktı. Ebû Hanife'nin delilleri Kitab, Sünnet, sahâbe fetvası, İcmâ', Kıyas, İstihsan, örf iken; İmam Mâlik'in, Kitab, Sünnet, sahâbe fetvâsı, Medine icmâ'ı, kıyas, istihsan, maslahat-ı mürsele, zerayi', örf ve âdet'di. İmam Şâfii Kitab, Sünnet, sahâbe icmâ'ı, sahâbenin ihtilâflı sözlerini ve kıyası delil olarak alırken; Hanbel, maslahat-ı mürsele, zerayi', istihsan, istihsab'ı da ekledi. mamiyye Kitab, Sünnet, icmâ', akıl kaynaklarıyla fıkhı koydu. Ancak edille-i şer'iyye diye ortaya konan dört delilde bütün mezhepler ittifak ettiler.
|