İstemek, arzu etmek, tercih etmek, insanın Allah'a itaat
veya ona isyan etmesi ile ilgili olan sınırlı iradesi.
Alternatiflerden birine meyletme kabiliyeti bulunanın, iradesi
vardır demektir. Yaptığı işlerde insanın böyle
bir tercih kabiliyeti var mıdır? Varsa,
sınırları nelerdir? İslâm düşünürleri bu
sorulara ne cevap vermişlerdir?
İslâm düşünürlerini meşgul eden ve hakkında
farklı görüşler ileri sürülen en önemli konulardan biri
de, insanın iradesi konusudur. Mesele, kaderle yakından
ilgilidir.
Her şeyin yaratıcısının Allah olduğu,
O'nun irade ve maşietinin mutlaka olup bunun hilâfına bir
şeyin vuku bulmasının mümkün olmadığı,
Kur'ân'da açık açık ifade edilmektedir. Buna rağmen
kul, yaptıklarından dolayı hesaba çekilecek; mükâfat
ya da ceza görecektir. Kulun sorumluluğunun gerekçe ve dayanağı
nedir? Kulun davranış hürriyeti var mıdır ki
sorumlu tutulmaktadır?
Bu konuda üç temel görüş ileri sürülmüştür. Bu
görüşlerden birini, kader konusuyla çok meşgul
olmaları sebebiyle olacak ki, Kaderiyye diye isimlendirilen
Mutezile; diğerini Cebriyye; üçüncüsünü de Ehl-i Sünnet
temsil etmektedir.
Bu mezhepler, ileri sürülen görüşlerin odak
noktalarıdır. Çünkü bu görüşler arasında,
şuna ya da buna yakın görüşler ileri süren kişi
ya da fırkalar varolagelmiştir. Biz burada olanlardan
sarfı nazar ederek bu üç mezhebin temel görüşlerini ve
dayandıkları delilleri özet olarak incelemeğe çalışacağız.
Kaderiyye (Mutezile) mezhebinin görüşü
Kullar, iradelerinde tamamen hür ve bağımsızdır.
Zira Mutezileye göre irade fiildir. Bunda Allah'ın bir rolü
yoktur. Bir bakıma insan, fiillerinin
yaratıcısıdır; onları işleyip
işlememekte tamamen serbesttir. Özellikle kötü fiiller açısından
bu böyledir. "Allah'ın iradesi kötü fiillere taalluk etmez.
O sadece iyiyi diler" (Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu Usüli'l-Hamse,
Kahire 1965, 431)
Kaderiyyeyi bu görüşe sevk eden âmil, beş temel
prensiplerinden biri olan "Allah'ın adaleti" ne
bakış açılarıdır. Onlara göre, Allah'ın
kullarının fiillerinde bir etkisinin olmaması, adaletinin
ve kullara zulm etmemesinin bir gereğidir. Eğer Allah, kulun kötü
bir fiilî yapmasında bir katkısı varsa, sonra da kulu bu
kötü fiilinden dolayı cezalandırıyorsa, bu, O'nun
adaletiyle bağdaşmaz. O halde kul, tamamen
bağımsız olmalı ki, yaptıklarından
dolayı hesaba çekilebilsin.
Bu görüşleri için ileri sürdükleri delillerden birkaçı
şöyledir:
"Bu bir öğüttür. Dileyen, Rabbine varan bir yol
tutar." (el-Kehf 18/29) ".... Eğer (o süre) içinde
dönerlerse Allah bağışlayan, merhamet edendir."
(el-Bakara, 2/226). "İşte bu ellerinizin yapıp öne
sürdüğü işler yüzündendir. Yoksa Allah, kullara zulm
edici değildir. " (Enfal 8/51). "Bir millet, kendi
durumlarını değiştirmedikçe Allah onların
durumlarını değiştirmez" (Ra'd 13/11).
Görüldüğü gibi bu âyetlerde kulların fiilleri
kendilerine isnad edilmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) de bir hadiste şöyle buyurmaktadır:
"Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar.
Sonra ana-babası onu ya yahudileştirir, ya
Mecusileştirir, yahut hristiyanlaştırır... " (Müslim,
Kader 25).
Hatta kaderi mazeret olarak ileri sürenlere karşı Allah,
bu mazeretlerinin doğru olmadığını,
yaptıklarının kendilerine ait olduğunu söylemektedir:
"(Allah'a) ortak koşanlar: Allah dileseydi ne biz, ne de
atalarımız O'ndan başka hiç bir şeye tapmazdık
ve O'nsuz hiç bir şeyi haram kılmazdık dediler. Onlardan
öncekiler de böyle yapmıştı. Peygamberlere düşen
yalnız açıkça tebliğ etmek değil mi"
(en-Nahl, 16/35).
Mûtezile içerisinde kaderi inkâr etmekte o kadar aşırı
gidenler vardır ki, bunlar, insanların ne yapacakları
konusunda Allah'ın önceden bir bilgisinin bulunduğunu dahi
inkâr ederler ve kul, kendi iradesiyle karar verip o fiili işledikten
sonra ancak Allah'ın o şeyden haberdar olduğunu söylerler.
Cebriyye mezhebinin görüşü Kaderiyye mezhebine reaksiyon
olarak ortaya çıkan Cebriyye mezhebine göre, insanın hiçbir
irâdî hürriyeti yoktur. Allah önceden her şeyi takdir
etmiştir. Kul, bu takdir edilmiş şeyleri yapmak
zorundadır. Yukarıdan gelen su nasıl
aşağıya doğru akmağa, yukarıya
fırlatılan taş nasıl geri dönmeğe mahkûm ise,
insan da kaderinde yazılı olan şeyleri yapmağa mahkûmdur.
İnsan âdeta önceden programlanmış bir robot gibidir.
Nasıl programlanmışsa, onu yapar.
Cebriyye'nin bu görüşlerine dayanak olarak ileri sürdükleri
naslardan bir kısmı şöyledir:
"Allah birini şaşırtmak isterse, sen onun için
Allah'a karşı hiç bir şey yapamazsın. Onlar öyle
kimselerdir ki Allah, onların kalblerini temizlemek
istememiştir." (el-Mâide, 5/41). "Allah kimi doğru
yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm'a açar; kimi de
saptırmak isterse onun göğsünü, (o kimse) göğe çıkıyormuş
gibi dar ve tıkanık yapar." (el-En'am 6/125). De ki:
" Size bir kötülük istese veya size rahmet dilese sizi Allah'tan
kim korur?" (el-Ahzâb,.33/17). "Alemlerin Rabbi Allah
dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz." (Tekvir 81/29).
Kulun iradesizliği yanında, sorumluluğunu hangi temele
dayandıracağını izah etmekten aciz kalan Cebriyye,
zamanla bilgin ve düşünürler arasında yok olup gitmeğe
mahkûm oldu. Ancak zaman zaman ümmetin bu düşüncenin
etkilerinden kurtulduğu söylenemez.
Ehl-i sünnet mezhebinin görüşlerini incelerken göreceğimiz
gibi, bu fırkaların her ikisi de nassları tek yönlü almış;
karşı tarafın ileri sürdüğü delilleri
görmezlikten gelmiştir.
Ayrıca iki fırkanın da Emevîler döneminde ortaya çıkmış
olması dikkat çekicidir. Belki o dönemde İslâm ümmeti
yabancı kültürlerle karşılaşmaya
başlamış ve bu durum fırkaların ortaya çıkmasında
etkenlerden birini teşkil etmiştir. Ama hiç şüphe yok
ki Râşid Halîfelerin adil idaresinden sonra İslâm ümmetine
hâkim olan zorba Emevî idareşinin de etkisi az değildir.
Baskı ve zulme dayalı idareler, birbirine zıt olan bu
iki görüşün de toplumda yayılmasına zemin
hazırlar. O günkü toplum içinde bir tarafta kural-kaide tanımayan
ve işi anarşizme kadar götüren insanlar; diğer tarafta
da köşesine sinmiş, iradesini yitirmiş, olayların
akıntısına kendisini salıvermiş bedbin
miskinler vardı. Nitekim günümüzde de her zaman bu gibi zorba
yönetimlerin egemen olduğu toplumlarda bu iki sınıf
insanla karşılaşıyoruz.
Ehl-i sünnetin görüşü Ehl-i sünnetin ilk dönemlerini
temsil eden selef âlimleri, başlangıçta böyle bir problem
üzerinde detaylı bir şekilde durmamışlardır.
Belki de böyle bir konu üzerinde durma ihtiyacını
duymamışlardı. Onların mesele üzerinde durmaları,
Kaderiyye ve Cebriyye'nin görüşlerini reddetmekle başlar.
Selef, hem Kaderiyye'nin, hem de Cebriyye'nin görüşlerini
naslara uygun görmemişlerdir.
Onlar, bu konudaki nassların hepsini bir bütün olarak değerlendirmişlerdir.
Böylece ileri sürdükleri görüş de, her iki fırka
arasında orta yolu takip eden bir görüş olmuştur.
Buna göre Allah'ın iradesi mutlak ve küllî bir iradedir.
İradeşinin hilâfına hiçbir şey meydana gelmez.
O'nun saltanatında irade etmediğinin vuku bulması, ya
unutma ve gafletinden, ya da acizlik ve zaafından kaynaklanır
ki; haşa Allah hakkında böyle bir şey sözkonusu olamaz.
Kula irade ve seçme hürriyetini veren, bizzat Allah'ın
kendisidir. İnsana iyi ya da kötüyü seçme kabıliyetini O
vermiştir. O halde insan, iradesini kullanırken Allah'ın
iradesinin dışına çıkmamaktadır.
Kul, kendisine verilen irade ile seçimini yapar. Allah Teâlâ,
kulların kendi fiillerini yapma ve kesb etme hürriyetine sahip
olduklarını açıkça ifade etmektedir: "Dilediğinizi
işleyin, doğrusu O, yaptıklarınızı görendir.
" (Fussilet 41/41) "Kim yararlı bir iş işlerse
kendi lehinedir, kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir.
Rabbin kullara karşı zalim değildir. " (Fussilet
41/46). Ama kul bu hürriyeti kullanırken kesin olarak kendisine bu
irade gücünü verenin Allah olduğunu bilmelidir. O'nun iradesi
dahilinde bunları yapmaktadır; Allah Teâlâ dilemezse, hiç
bir şey yapamaz.
Kul seçimini yapar ama yaratma Allah'a aittir. "O, herşeyin
yaratıcısıdır." (el-En'am, 6/102). O halde
yapılan iş, yaratma yönüyle yüce Allah'a; kesbedilmesi ve işlenmesi
yönüyle kula aittir. Bu sebeple de sonucundan sorumludur.
Kul, irade ve isteğinin dışında kalan durumlardan
sorumlu tutulmayacaktır. "Allah, kimseye gücünün üstünde
bir şey yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi
yararına, kötülük de kendi zararınadır. "
(el-Bakara, 2/286)
İrade problemini karmaşık hale getiren hususlardan
birisi, aslında meydana gelmesi sözkonusu olmayan farazî sorulara
cevap vermek isteğinden kaynaklanmaktadır. Bunlardan en
önemlisi şudur: Allah bir şeyi irade buyururken kul aksini
irade eder ve bunun zıttını yapmayı arzu ederse ne
olur?
Elbette ki böyle bir soruya: "Allah'ın dilediği
olur" karşılığı verilecektir. Ancak dikkat
edilirse bu soruda Allah ve kul, çekişen iki
yarışmacı konumuna sokulmuştur. Böyle bir şey
sözkonusu olamaz ki buna cevap aransın. En azından cevap
aransa bile meselenin tamamen nazarî olduğu bilinmelidir. Hâşâ
Allah, kuluyla yarışa girmez. Kula irade ve seçme yetkisini
kendisi vermiştir onu burada özgür bırakmıştır.
O halde kul, şu veya bu seçimi yaparken Allah'ın iradesi
sınırları çerçevesinde bu seçimi yapmaktadır.
Allah'ın iradesiyle kulun iradesinin karşı
karşıya gelmesi diye bir durum söz konusu değildir. Bu
konuda ileri sürülen bir diğer farazî soru da sudur: Kul, daha
önce belirlenmiş olan kaderinde yazılı olanın
aksine bir şeyi yapmak isterse, bunu yapma yetkisi var
mıdır?
Eğer Allah Teâlâ, zamanla kayıtlı olmayan, yani geçmiş
ve geleceği bütün teferruatiyle bilen bir bilgiye sahip
bulunmasaydı, belki böyle bir soru sözkonusu olabilirdi. Allah
Tebârek ve Teâlâ, kulun bunu mu, yoksa şunu mu seçeceğini;
niyyetinin nerede ve ne zaman değişeceğini bilir;
kaderini de bu bilgisiyle tayin eder. Daha açık bir ifadeyle; kul,
yaptığı bir şeyi kaderinde yazılı
olduğu için yapıyor değil; o şeyi
yapacağı için Allah kaderine onu yazmıştır. Bu
sebepledir ki, yaptıkları kötü ameller konusunda kaderlerini
gerekçe olarak ileri süren müşriklerin bu iddiaları
Kur'an'da reddedilmektedir: "(Allah'a, ortak koşanlar Allah
dileseydi ne biz, ne de atalarımız O'ndan başka hiç bir
şeye tapmazdık ve O'nsuz hiç bir şeyi haram
kılmazdık dediler. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı.
Peygamberlere düşen yalnız açıkça tebliğ etmek
değil mi?" (en-Nahl, 16/35)