|
İSLAM
ANSİKLOPEDİSİ
DERVİŞ
Tarikat mensupları hakkında kullanılan bir tabir. Farsça "kapı kapı dolaşan dilenci" anlamında "deryûş''tan gelmektedir. Çoğulu "dervişan''dır. Ayrıca, teseül (dilemek, istemek) anlamındaki derviz, dervij söylenişleri de bulunmaktadır. Yaygın olarak bu lafız hicrî V. yüzyıldan sonra tarîkat müridleri için kullanılır olmuştur. Aynı manada kullanılan abdal, fakir, âşık, miskin, erenler, baba gibi kelimeler yanında; Anadolu'da XII-XIII. yüzyıllarda cihadla meşgul olarak tekkeye kapanıp kalmayan Türk dervişleri için kullanılan "alp-erenler" tabiri de vardır. Kelime, bazı yörelerde "ihvan" şeklinde kullanılmaktadır. Derviş kelimesi ayrıca, sufilikte "kapı eşiği" anlamında geçmekte ve derviş olanın, kapı eşiği gibi ayaklar altında çiğnense bile, bütün sıkıntılara katlanması gereğini ifade etmektedir. Kelime gibi kavram da İran'da ortaya çıkmış ve oradan diğer, ülkelere yayılmıştır. Araplar lafzı aynen almışlar ve "deraviş" olarak çoğul şekliyle kullanmışlardır.
İslâm'ın doğuşunda "derviş"liğin sistemleşmiş şekli bulunmamaktadır. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in ashabı arasında gerçi sayıları dört yüze ulaşmış bir "Ashâb-ı Suffe"* denilen ilim topluluğu varolmuş ve bunlar çok fakir sahabelerden meydana gelmişse de, Hz. Muhammed'den sonra ve V. yüzyıldan itibaren görülen sistematik tasavvuf* hareketine has olan dervişlikle bu topluluk arasında herhangi bir benzerlik bulmak mümkün değildir. Medine'deki ilk İslâm devletinden beş asır sonra İslam dünyası en şaşaalı ve aynı zamanda en karışık günlerindeyken, tasavvuf denilen yaşama biçimi organize bir bütünlüğe ulaşmış, buna paralel olarak çok çeşitli tarîkatlar ortaya çıkmıştır. İslâm dünyasında kişiliği hakkında efsânevî bir özelliği olan Veysel Karânî'nin "sâde bir derviş" olarak Hz. Peygamber (s.a.s.) i göremeden öldüğü anlatılır. Tasavvuf hareketi, Hasan Basri (ö. 110/728), Zünnûn Mısrî (ö. 245/859), Bayezid Bestâmî (ö. 245/859) gibi öncülerle sırf sünneti yaşamak ve takva niyetiyle başlamış, zamanla sistemleşerek, bir kurum karakteri kazanmasını Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 298/910) ve Muhyiddin Arabî (ö. 638/1240) gibi mutasavvıflar sağlamıştır. Bayezid Bestâmî, zühd* hareketini sistemleştirirken "Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır" diyerek, müridlerin bir şeyh'e bağlanması için halk üzerinde manevi bir baskı sağlamıştır.
Derviş, tarikat* silsilesine bağlı olup, şeyhinin emrinden dışarı çıkmaz. Bazı tarikatlarda "râbıta" denilen hal vardır ki, bu, dervişin devamlı şeyhini düşünerek dünyadan soyutlanmasını sağlamaktadır. Şeyh, derviş için ana-babadan da ileridir. Gerçekte İslâm toplumlarında tarikatların halkların müslümanlaşmasında önemli rolleri olmuştur. Fakat bu kurumların da zamanla yozlaştıkları görülmüştür. Ahmed Yesevî'ye bağlı dervişler, Türkler arasında İslâm'ın yayılmasında büyük gayret göstermişlerdir. Dervişlerin yazdığı tasavvufi halk şiirleri, derviş menkıbeleri, İslâm velilerine ait eserler, katı medrese İslâm'ının karşısında, yüzyıllarca halkların İslâmlaşmasında önemli rol oynamıştır. Anadolu'da cihada çıkan İslâm ordularının önünde, seyyidlerin, şeyhlerin, yalın ayak dervişlerin de bulunduğu; Osmanlı ordusunda derviş zümrelerinin askerî teşkilâtlarla bütünleştiği ve İshakiye, Mürşidiye... gibi adlarla anılan mücahid dervişlerin de harplere katıldıkları tarihî kaynaklarda zikredilmektedir.
İslâm dünyasında dervişlik, erkeklere mahsus olmamıştır. Kadınların da derviş hareketine katılmaları, önemli bir olgudur. Kadın müridler, şeyhler tarafından kabul edilirler; onlar, zikirlerini kendi aralarında yaparlardı. Bu "zikir", dervişlerin temel haliydi. Ancak, sofiyenin, İslâm'ın hayata geçirilmesinde aşırılıklara düştüğü ve "ittihad, hulûl" gibi gayr-i İslâmi tezleri öne sürdüğü sıralarda, tarikat ehline karşı çok sert eleştiriler de yapılmıştır. Hatta İbn Teymiye, kelamcılarla sûfileri, tek bir yönle yetindikleri, yani sadece akıl veya ilhama bağlandıkları için tenkid ederken, onların çoğunun dalâlete, hevâlarına düştüklerinin basit bir cehalet ve bilgisizlikle küfür ve zulümden mürekkep birer kurum haline geldiklerini söylemiştir. Onların, "ilm-i ledün" adı altında hristiyanlıktaki keşişliği ve ruhbaniyeti İslâm'a soktukları da belirtilmiştir. Ulemadan bir kısmı, Kur'ân-ı Kerim'deki: "... Onların (yeni bir âdet olmak üzere) ihdas ettikleri ruhbanlığa (gelince); onu üzerlerine biz farz etmedik. Ancak (onlar bunu sırf) Allah'ın rızasını aramak için yaptılar. Fakat buna hakkıyle riayet de etmediler. Biz de içlerinden (gerçek) iman edenlere mükâfatlarını verdik. Onlardan birçoğu ise (doğru yoldan) çıkanlardı." (el-Hadid, 57/27) şeklinde beyan buyurulan ve Hristiyanların ruhbanlığını, ibret olsun diye anlatan âyet-i kerimeyi delil göstererek, tasavvuf ehlini, İslâm'ın vasat yolunu bu yola soktukları için suçlamışlardır. Bu ilim ehli, tasavvuf ehli ikilemi, İslâm âleminde tarih boyunca devam ederek gelmiş; bazı devirlerde uyumlu bir beraberlik, bir mutabakat görülmesine rağmen, yine bazı devirlerde birbirlerinin aleyhinde olmaları, iki taraftan da kayıplar verilmesine sebep olmuştur. Huccetü'l-İslâm lâkabıyla İslâm tarihine geçen İmam el-Gazzâlî, bir bakıma, İslamî bilgi ve yaşama yollarının her çeşidine dalıp çıkarak, müslümanlar için orta yolda bir örnek oluşturmaktadır. Gazzâlî önceleri İslâmî ilimleri öğrenmekle işe başlamış, fıkıh, tefsir, usûl, hadis gibi ilimleri öğrendikten sonra kelâma ve felsefeye dalmış, Bâtınî ve Zâhirîler'i incelemiş ve en sonunda bütün öğrendiklerini meczederek tasavvufa girmiştir. Tasavvufun onun sayesinde yasallaştığını söylemek doğru olsa gerektir. Gazzâlî, başından geçenleri "el-Munkızu mine'd-Dalâl"de özetledikten sonra şöyle der: "Kesin olarak şunu bildim: Allah yoluna koyulanlar yalnızca sufîlerdir. Onların yaşayışları, en güzel yaşayıştır. Yolları en doğru yoldur. Ahlâkları en temiz ahlâktır..." Zaten Gazâlî'nin belirttiği bu, "İslâm'ı en güzel biçimde yaşama şekli", halk arasında hızla yayılmış, yüzlerce tarikat kolu meydana gelmiştir. Bunların fakir geniş halk kütleleri tarafından benimsenmesinin yanında. yüksek tabaka mensuplarının, sultan ve vezirlerin bağlı olduğu tarikatlar da çıkmıştır. Dervişler on iki ana tarikatta toplanmışlardır: Kadirî, Rıfaî, Bedevî, Desukî, Sa'dî, Şâzilî, Halvetî, Mevlevî, Bektaşî, Bayramî, Celvetî, Nakşî. Bunlardan Kadirî, Rıfaî, Yesevî, Halvetî ve Nakşî isimli tarikatlara "esma yolu tarikatlar" denir. Bu tarikat dervişleri halktan ayrı (tecerrüd) bir halde yaşarlar. Melâmî, Kalenderî, Haydarî, Bektaşî, Mevlevî dervişlerin tarikatlarına da "müsemma yolu tarikatlar" denilir ki, bunlar, toplum içinde yaşarlar. Bütün tarikatlarda ortak bazı özellikler vardır: Zikr esastır. İslâm'ın evrenselliği bazı yönlerden içselleştirilmiş olup, bunlar, özel bir dile, törenlere ve terminolojiye sahiptirler. Silsile örgütlülük çok önemlidir. Sürüden ayrılmamak hususunda dervişler arasında bu örgütlülük önemli bir birlik ve beraberlik anlayışını geliştirmiştir. Sistemde talib, mürid, salik, vâsıl diye aşamalar (mertebeler) vücuda getirilmiştir. Tövbe, vera, zühd, fakr, sabr, tevekkül, rıza diye makamlar bulunur. Murakabe, kurb, muhabbet, havf, recâ, şevk, üns, müşahede, yakîn, halvet, hulûl, fenâ, bekâ, ubudiyet... denilen "haller" İslâm'ın ilk dönemlerinde görülmeyen ve kullanılmayan bu özel dilin anlatım yoludur. Bu özellik zamanla avam/havass ikiliğine de yansımıştır. Birtakım sapık dervişler, sahtekârlar da, işi büsbütün mukallidliğe dökmüşler, tarikat kisvesi altında halkı kandırmış, dilenmişler ve bazen sapık fikirlere kapılarak İslâm'ın dışına çıkmışlardır.
Öte yandan, Anadolu'da, dünyadan vazgeçme anlayışına bağlı olanların yanısıra, ilâhiler, şiirler okuyarak Allah rızası için insanları hayra çağıran, insanlık sevgisi ile dolu dervişler de ortaya Gıkmış ve bunlar halk tarafından büyük bir rağbet görmüşlerdir. Özellikle, hakkındaki bilgiler efsaneleşmiş, asırlardır ünü silinmemiş, saf, açık ve net bir dille yazdığı ümmiyane ve samimî şiirlerle, şefkat ve sevgi dolu, yapmacıksız dervişliğin sembolü olan Yunus Emre (ö. ?707/1307-1308) her kesimden insanların takdirini kazanmıştır. Belki onun kadar samimi, yüzyıllarca halkın sevgisini kazanmış, belâğatiyle halkı etkilemiş bir başka dervişin bulunmadığını söylemek doğru olsa gerektir Derviş Yunus, dervişliğin hırka ile mürid ile, tac ile, okumakla olmadığını Divan'ında vurgulamıştır. Gerçek bir sûfî ve ehl-i İslâm olan Yunus Emre "Derviş bağrı baş olur, gözü dolu yaş olur/Koyundan yavaş olur, sen derviş olamazsın" diye bunu anlatırken, "Gönül Çalab'ın tahtı, Çalab gönüle baktı/İki cihan bedbahtı, kim gönül yıkar ise" diyerek derûnî, saf, samimî bir insanlık şefkatini ortaya koymuştur. O, geniş hoşgörüsüyle, hak aşkını içten gelerek anlatmasıyla, sünnet ahlâkı ile dolu olup, insanları birleştirmesiyle (Bana namaz kılmaz diyen, ben kıluram namazımı/Kılur isem, kılmaz isem ol Hak bilir niyazımı); cahillerden yüz çevirmesiyle (Yunus bu cezbe sözlerin cahillere söylemegil-Bilmez misin cahillerin nice geçer zamanesi); birlikçiliğiyle (Yetmişiki millete bir göz ile bakmayan/Halka müderris olsa hakikatte âsidir); özeleştirisiyle (Yetmişiki millete suçum budur hak dedim/Kırkı hıyanet durur ya ben niçin kızaram; İlim okumak bilmektir hem kendüyü bilmektir/Çünkü kendin bilmezsin bir hayvandan betersin; Yiğirmisekiz hece okursun ucdan uca/Sen elif dersin hoca, manası ne demektir; Yunus bu sözleri çatar/Kendisi ne kadar dutar) sevilmiştir.
Modern çağlarda da, İslâm dünyasında dervişlik, biraz yozlaşmış, biraz mukallidleşmiş, biraz modernleşmiş olarak, eski günlerdeki geleneğini canlı olmasa da sürdürmektedir. İçlerinden temiz olanları yalnızca Allah'a ibadet ederler, onu birlerler, ondan başkasına ibadet etmezler; sapık olanlarının ise ibadetleri Kur'ânî yolun dışındadırlar. Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet ya da Muhammed (s.a.s.)'in Allah'ın elçisi olduğu konusundaki şahadetlerinde sapma içindedirler.
Şamil İA