|
İSLAM
ANSİKLOPEDİSİ
DÂRÜ'L-İSLÂM
İslâmî hükümlerin tam anlamıyla uygulandığı ve başında halifenin bulunduğu devlet; İslâm yurdu.
Dâr, lügatte ev, bina, belde, ülke anlamında kullanılır. Istılah olarak "dâr", bir idarecinin hâkimiyeti altında bulunan ülke anlamında kullanılmaktadır. Ancak İslâm hukukçuları bu ülkenin niteliğini belirlerken en önemli etken olarak ülkenin başında bulunan yönetici ile yönetim şeklini göz önünde bulundurmuşlardır.
Bir devletteki yönetim ve egemenlik şekli o ülkenin müslüman bir ülke olup olmadığını belirlemektedir. İslâmî açıdan bunu incelerken bu noktadan hareket etmek gerekir.
Kur'ân-ı Kerim'de dâru'l-İslâm ve dâru'l-harp* tabirleri geçmemektedir. Hadislerde ise Dâru'l-harp'te hadler uygulanmaz ve Dâru'l harp'te müslüman ve harbî arasında faiz yoktur şeklinde geçmektedir. (İbn Kudâme, El Muğnî, Riyad 1981, IV, 45-46) Ancak İmam Zeylaî bu hadislerin garib olduklarını kaydetmektedir. (Zeylaî, Nesbûr-Raye, III, 343). Dikkat edersek burada yalnız dâru'l harp tabiri kullanılmakta olup, "dâru'l-İslâm" tabiri ise daha sonraları İslâm hukukçuları tarafından, buna karşıt' bir tabir olarak kullanılmıştır.
Fıkıh kaynaklarında bu konu işlenirken Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde İslâm'ın uygulandığı Medine için "dâru'l-İslâm" ve diğer yerler için "dâru'l-harp" tabirlerinin kullanılmadığı belirtilmektedir.
İslâm devletinin sınırları genişleyip daha geniş coğrafyalara yayılarak çok değişik devlet ve yönetimlerle karşılaşılınca, ister istemez İslâm devletinin durumunu ve hukukî statüsünü ismen diğerlerinden ayırmak icab etti. Onun için fâkihler, dâru'l-İslâm'ı tarif ederken;
1) "İslâm hukukunun açıkça uygulandığı ve müslümanların İslâmî hükümleri uygulama imkânını bulabildikleri,"
2) "Müslümanların idare ve hâkimiyetleri altında bulunan,"
3) "Müslümanların devlet başkanının yönetimini sürdürdüğü yerlere dâru'l-İslâm; buna mukabil kâfirlerin devlet başkanlarının emir ve yönetiminin yürürlükte olduğu yere ise dâru'l-harp demişlerdir." (Ahmed Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, İstanbul 1982, 76)
İslâm ümmetinin vatanı, Allah'ın mülkü olan yeryüzünün tamamıdır:
"Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır." Yeryüzünün sahipleri ise Allah'a inanan müslümanlardır.
"Allah sizden, iman edip iyi amel işleyenlere: "Onlardan öncekileri nasıl hükümrân kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini (tam) bir güvene erdirecektir." (diye) va'detti." (en-Nur, 24/55) ve:
"Andolsun Tevrat'tan sonra Zebur'da da: -Yeryüzüne mutlaka iyi kullarım vâris olacak (bu yer onların eline geçecek) diye yazmıştık. " (el-Enbiyâ, 21/105).
Bu âyetler muvacehesinde Cenâb-ı Hak, yeryüzünün tamamına sahip olma hakkını mü'minlere tanımıştır. Ancak bu şekilde yeryüzünün tamamı onlara vatan olabilir. Bu hakkı elde etmeyi de Allah, müslümanlara bir görev olarak vermiştir:
"Ey iman edenler, kâfirlerden size yakın bulunanlarla savaşın (onlar) sizde (kendilerine karşı) bir sertlik (ve Şiddet) bulsunlar. Biliniz ki, Allah, takva sahipleriyle beraberdir." (et-Tevbe, 9/123).
"Fitneden eser kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar (o müşriklerle) savaşın, eğer (savaştan ve küfürden) vazgeçerlerse artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur." (el-Bakara, 2/191).
Bu nass'lara göre; yeryüzünün hâkimiyeti yalnız ve yalnız Allah'a mahsustur. Hiçbir ferd, hiçbir aile, hiçbir hânedan ve hiçbir meclis veya parti ve hâkimiyeti ele geçiremez. Bu hâkimiyet Allah'ın dışında bir otoriteye verildiği takdirde mutlaka yeryüzünde fitne başlar. Çünkü yeryüzünün hâkimiyetini ele geçiren kişi veya zümre, bu otoriteyi kendi lehlerine ve diğer insanların aleyhlerine kullanacaklardır. Böyle bir durumda da fitne ve zulüm kaçınılmazdır. İşte yeryüzü hâkimiyeti Allah'a verilmedikçe fitne var demektir. Şayet yeryüzünde Allah'ın emirleri uygulanmaya konursa, o zaman fitne kalkmış ve din yalnız Allah'ın olmuştur denebilir. İslâm'ın yeryüzünde uygulanması adaletin ve emniyetin sağlanması demektir.
Cenâb-ı Allah bu konuda bize bir vaatte bulunmuştur. Bunun için geleceğe hep ümitle bakıyor ve bunun tahakkukunu bekliyoruz:
"O, Rasûlünü hidâyetle ve hak dinle gönderdi ki (Allah'a)ortak koşanlar hoşlanmasa da o (hak di)ni bütün din(ler)in üstüne çıkarsın. " (et-Tevbe, 9/33).
İşte bu âyete baktığımızda, İslâm'ın ve Allah hâkimiyetinin bütün yeryüzünü kuşatacağı ve İslâm şeriatının her tarafta söz sahibi olacağı görülmektedir. İşte o zaman yeryüzünün tamamı müslümanların vatanı, yani dâru'l-İslâm olacak ve ancak bununla müslümanlar tam bir güven ve huzur ortamına kavuşabileceklerdir.
Bu duruma göre dünya, "dâru'l-İslâm ve dâru'l-harp" diye ikiye ayrılmaktadır. Dâru'l-İslâm adını alan yerlerin gerçekten dâru'l-İslam olabilmesi için orada İslâm hukukunun eksiksiz olarak uygulanması gerekmektedir. Burada tek ölçü yönetim şeklidir. İslam'ın getirdiği vahiy nizamının bütün hükümleriyle uygulandığı yer dâru'l-İslam'dır. Buna göre dâru'l İslâm'da oturan insanlar ister müslüman olsun ister olmasın neticeyi etkilemez. İslam devlet başkanının otoritesinin geçerli olup da Kur'ân hükümlerinin uygulandığı coğrafya üzerinde yaşayan insanlar, müslüman değil de kitabî olsalar yine orası dâru'l-İslâm sayılır.
Şafiîlere göre ise dâru'l-İslâm, müslümanların ikâmet ettikleri yerler ile müslümanların fethedip gayr-i müslim olan sakinlerinin cizye vererek oturdukları yerlerdir. Ayrıca önceleri müslümanların oturdukları, ancak daha sonra kâfirlerin hâkimiyetleri altına giren yerler de dâru'l-İslâm'dır. Buna göre, İslâm'ın ve müslümanların bir defa ele geçirip bir müddet dahi olsa hâkimiyetlerinde bulundurdukları yerler dâru'l-İslâm'dır. Müslümanların hiç bir zaman hâkimiyetlerine girmemiş yerler ise dâru'l-harp'tir. (Ö. N. Bilmen, Hukuk-ı İslamiye Kamusu, III, 369-371).
Bundan maksat, müslümanların elinden çıkıp kâfir yönetimlerin hâkimiyetleri altına alınan ve kâfirler tarafından işgal edilmiş olan yerleri tekrar İslâm'ın hâkimiyet alanına almaktır. Şafiîler, eskiden müslümanların olan ülkelerin yeniden fethedilmesi hususunda, oraların dâru'l-İslâm olmaktan çıkmadıklarını ve bunların mutlaka tekrar geri alınmaları gerektiğini ifade etmişlerdir.
Dâru'l-İslâm'da "Hüküm, Allah'dan başkasının değildir." (Yusuf, 12/40), Teşri' hakkı ne bir hükümdarın, ne bir âilenin, ne bir zümrenin, ne de bir meclisin elindedir. Teşri sadece Allah'ın hakkıdır. Vahy-i gayr-i metlûvv olan sünnet de, aynı zamanda bir teşrî'dir. Hz. Peygamberin uygulamaları da Kur'ânî nâsları açıklayan teşrî'lerdir.
İslâm hukukçularının yaptıkları bu tariflere göre bir coğrafyanın siyasî, ekonomik, idarî ve hukuk nizamı Îslâmî esaslara göre düzenlendiği takdirde orası dâru'l-İslâm'dır. Böyle bir yerde yasama, yürütme ve yargı yetkileri müslümanların elinde olmalı ve herşey Allah'ın emrettiği esaslar dahilinde yürütülmelidir. Dâru'l-harp ise, İslâm'ın ve müslümanların yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin asla söz konusu edilmediği yerdir.
Dâru'l-İslâm'da yasama: İslâm'a göre kanun koyma yani teşrî (yasama) yetkisi, yalnız Allah'ın elinde ve insiyatifindedir. Teşri hakkı ne bir hükümdara ne bir aileye, ne bir zümreye ne de bir meclise verilemez. Teşrî', sadece Allah'ın hakkıdır. Bu yasama hakkının Allah'dan alınıp da O'nun dışında başka bir otoriteye devredildiği bir ülke dâru'l-İslâm olamaz. Çünkü böyle bir yerde insanların yönetimini sağlayan en mühim otorite olan teşrî, Allah'dan başkası tarafından gaspedilmiştir. Bu sebeple orası artık müslümanların hâkimiyeti altında değildir. Dolayısıyla orası dâru'l-İslâm olamaz.
Dâru'l-İslâm'da İcra (Yürütme): Bir devlet veya toprak parçasının müslüman bir hükümet tarafından İslâmî esaslara göre yönetilmesi halinde burası dâru'l-İslâm olur. Aksi takdirde, bir devlet veya ülke, İslâm'ı, bir din ve bir akide olarak kabul etmeyen hükümetler tarafından gayr-i İslâmî esaslarla yönetilmesi halinde, orası dâru'l-İslâm olamaz.
Dâru'l-İslâm'da Yargı: İslâm toplumunda insanlar arasında meydana gelecek anlaşmazlıklarda hakem, Allah ve Resûlüdür.
"Bir konuda ihtilâfa düştüğünüz zaman onu Allah'a ve Rasûlüne döndürünüz (onu hakem yapınız)." (en-Nisâ, 4/59). İlâhî emir gereği, müslüman olsun veya olmasın, İslâm devletinin vatandaşları arasında meydana gelen ve yargılamayı gerektiren anlaşmazlıklarda İslâm hukuku uygulanır. Vatandaşların gerek birbirleriyle ve gerekse devletle olan ilişkilerinde İslâm hukukuna göre yargılandıkları ve yargılamada yalnız ve yalnız İslam hukukunun geçerli olduğu yer, dâru'l-İslâm'dır.
Dâru'l-İslâm'ın Dâru'l-Harb'e Dönüşmesi:
İslâm devletinin ayakta durabilmesi ve gerçek "İslâmî devlet" olma özelliğini taşıyabilmesi için, belirli bir toprağının, ona bağlı halkının ve siyasî iktidarının olması gerekir. Bu üç özellikten biri olmadığı takdirde İslâmî devlet olma özelliğini kaybeder. Belli bir toprağı ve sınırları belirlenmiş bir ülkesi olmadıkça İslâm devleti adını alamaz. Devletin, İslâm'ın devlet şeklini kabul eden sakinleri olmalı ve sakinlerin siyasî otoriteyi tanımaları, devletin de sakinlerini iç ve dış düşmanlarına karşı koruma imkânı bulunmalıdır. İslâm hukukuna göre bir ülkenin İslâmî ülke olmaktan çıkması, ancak ülke topraklarının bir parçasının düşman işgaline uğraması; İslâm devletinin tümünün veya bir bölgesinin irtidat etmesi veya zımmîlerin, bulundukları bölgede isyan edip İslam devletinin otoritesini kabul etmemeleriyle olur. (Bilmen, a.g.e., III, 370; Özel, 96-97).
Bu gibi durumlarda İslam devletinin siyasî iktidarının sona erip yerine Allah'ın otoritesini tanımayan kimselerin hakimiyeti ellerine geçirmesi ve tâğutî hükümlerle hükmetmesiyle ülke, dâru'l-harb'e dönüşür. Küfür ahkâmının yürürlükte olması, bunun açık ve yaygın olması müslüman kadılarının hiçbir fonksiyon icra etmemeleriyle orası dâru'l-harp olur. Bu görüşü ileri süren İmam Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre; İslâmî hükümlerin uygulandığı bölgeye ihtilâfsızca dâru'l-İslâm dendiğine göre, küfür hükümlerinin uygulanıp İslâmî hükümlere son verildiği bölgeye de darü'l-harp adı verilmelidir ve bunun dışında bir şarta gerek yoktur. İmam Ahmed b. Hanbel ve İmam Mâlik de bu konuda aynı görüştedirler. (Özel, a.g.e., 9 vd.) Gerçekten nitelik açısından bu iki ülke arasını ayıran ve her birine ayrı özellik ve isim veren ölçüler, yönetim ve hükümet şeklidir. Bir ülkenin, İslâmî veya gayr-i İslâmî oluşunun tek delili orada İslâm'ın mı yoksa küfrün mü otoritesinin sözkonusu olduğudur.
İslâm hukukçularının bazıları ise; "ülke, İslâmî hükümlerin uygulanmasıyla dâru'l-İslâm olduğuna göre, orada İslâmî ahkâm ve eserlerden bir şeyler olduğu müddetçe orası dâru'l-İslâm'dır. Hattâ müslümanlar dâru'l-İslâm'daki siyâsî otoritelerini kaybetseler bile İslam ahkâmından bir eser kaldığı müddetçe orası dâru'l-harb'e dönüşmez" kanaatini savunmuşlardır. Ancak daha evvel dâru'l-İslâm olup da sonraları isyan veya irtidat etmekle İslâm'dan uzaklaşırsa ve bu bölge dâru'l-harb'e bitişik olursa orası dâru'l-İslâm olmaktan çıkıp dâru'l harb olur.
Ebû Hanife'nin diğer bir görüşüne göre de, bir ülkenin İslâm veya küfür ülkesi olması bizzat İslâm veya küfrün kendisinin hakim olmasıyla ilgili değildir. Burada, "emniyet" ve "korku" sözkonusudur. Eğer bir yerde mutlak anlamıyla müslümanlar güven içinde, kafirler de korku içinde iseler orası dâru'l-İslâm'dır. Ama durum bunun tersine ise, yani müslümanlar inanç ve ibadetlerini Allah'ın emrettiği şekilde icra etmekten korkuyorlarsa orası dâru'l-harb'tir. Aynı şekilde, bu emniyet o bölgenin dâru'l harb'e bitişik olmasıyla ortadan kalkar ve o bölgede müslüman kimseler yaşasa bile orası dâru'l-harb'tir.
Şafiî fakihlere göre ise, bir ülke müslümanların eline geçer ve orası kısa bir müddet de olsa müslümanların otoritesi altına girerse, orası artık ebediyyen müslümanlarındır ve sonuna kadar dâru'l-İslâm kalacaktır. Bu ictihâdî görüşle Şafiîler, meseleye ayrı bir noktadan bakmaktadırlar. Müslümanların olan yerler, düşman tarafından işgal edilse bile, orasının yine dâru'l-İslâm olduğu ve buraların tekrar küfür otoritesinden kurtarılmaları gerektiği ileri sürülür. Ayrıca kâfir düşman kuvvetlerinin müslümanların mallarını ve ülkesini işgal ettiklerinden dolayı aralarında harp ortamı doğmuş demektir. Dâru'l-İslâm'ı tekrar geri almak ve düşman istilasından kurtarmak için onlarla savaşmak vacip olmuş oluyor. Bu görüş, cihat anlayışını sürekli ve zinde tutmaktadır.
Şafiîlerin dışında kalanların görüşleri, müslümanların otoritesinin olmadığı yere dâru'l-İslâm denmeyeceği anlayışını; Şafiîlerin görüşü ise, İslâm ülkesini istilâ eden küfür kuvvetleriyle savaşmanın bilincini müslümanlara kazandırmaktadır.
Dâru'l-İslâm'ın dâru'l-harb'e dönüşmesi ile bu bölge, İslâm devletinin otoritesinden çıkmış ve kâfir bir yönetimin altına girmiş demektir. Düşman istilasına uğramış bir bölgeyi kurtarmak için yapılacak bir savaşta, normal şartlarda İslâm harp hukuku uygulanır. Şayet bu bölge düşman istilasına değil de bir iç ayaklanma ile mürtedlerin istilasına uğramışsa; fukaha arasında statüsünde ufak tefek değişikliklerin olması sözkonusu edilmişse de netice itibariyle orası dâru'l harb'tir. Çünkü orada İslâm hükümleri değil de, küfür hükümleri uygulanmakta ve İslâmî hükümlere hayat hakkı tanınmamaktadır. Dâru'r-ridde* ile savaşılıp orası tekrar ele geçirildiğinde İslâm'a dönenler özgürdürler. Dönmeyenler esir alınamaz, hemen öldürülür. Malları yeni fethedilen dâru'l-harb gibi işlem görür; Humus'*u, Beytü'l-Mal'*e aktarılıp geri kalanı muhariplere dağıtılır. Daru'r-ridde ile asla sulh yapılmaz, savaş yapılır. Ancak daru'l-harb ehli ile sulh yapılabilir. (Mâverdî, Ahkâmü's-Sultaniyye, Çev: Ali Şafak, İstanbul 1976, 63 vd).
Ahmed AĞIRAKÇA